"Bizler neyse de, atlarımız hem yoruldu, hem acıktı!"

A -
A +
"Hayvanlarımız otlarken bizler de abdestlerimizi tazeler, namazlarımızı kılarız."
 
Atmaca Nuri gülerek sordu:
“Kılavuzun kim?”
“Belli değil mi? Kim olacak? Osmanlı diyarının en hızlı ok atıcısı, hedefini şaşırmayan nişancısı Atmaca!..”
“Yapma be Doğan Bey’im. Yine benimle dalga geçiyorsun. Herkes de biliyor ki Doğan Bey’imizin yanında nişancılığın, atıcılığın, pehlivanlığın, kılıç çekme ve kullanmanın lafı olmaz. Seni aşmak kimin haddine?. Hem Allah’a şükürler, iş başa geçince arkadaşların da geri kalmazlar, lâkin hadlerini de bilirler.”
“Bir laf ettik on işittik… Hasan Bey’im, ne dersin haksız mıyım?..”
“Her şey deriz, konuşuruz, şakalaşırız, gülüşürüz ama Doğan Bey’imizin üstün meziyetlerine gelince haddimizi aşmayız. Hepimizin hayran olduğu numune insan karşısında hakkı teslim etmekten başka ne gelir ki elden?”
Nazik iltifatlar, tatlı atışmalarla epey daha yol aldılar. Atmaca Nuri, bundan sonraki konuşulanlara gülerek iştirak etmekle yetindi.
Üç kafadar arkadaşın taktik gereği ayrılacakları yüksek, ormanlık dağların daha çok uzağındaydılar.
Ara sıra inceden ince yağmur serpiştiriyordu. Güneş, parçalı kül rengi bulutların arasından altından oklar gibi huzmelerini mor, sarı yapraklarla bezeli yamaçlara, aşılması zor kale gibi uzayıp giden kayalıklara vurarak alaca bir aydınlık ve kemer kemer ebemkuşakları oluşturuyordu rengârenk ve masalımsı. Nihayetsiz gri bir tavanı andıran gökte fâniliğin bitmiş zamanını hatırlatan kederli guguk sesleri yalçın dağlara, sarp kayalara çarparak yankılanıyor vahşi ve büyüleyici hava, davetsiz bu üç yiğit misafirini oldukça heyecanlandırıyordu…
Seher vaktinden beri iki kere mola vermişlerdi. Atları da kendileri de yorulmuştu. Gizemli iç âleminde yol alan Atmaca Nuri Bey, ikinci defa konuşma ihtiyacı duydu;
“Ne dersiniz? Biraz dinlensek!..”
Doğan Bey güldü. İki yay kaşları altındaki iri neftî gözleri sanki küçülmüş gibiydi. Yanakları güneşte uzun kalmanın etkisiyle al al olmuş, saçları dağılmıştı iyice. Sağ elinin tersiyle alnının terini silip, parmaklarını tarak gibi yaparak ıslak saçlarını arkaya attı. Atmaca Nuri’ye döndü;
“Ne o? Kesildin mi?”
“Hayır! Kesilmedim ama…”
“Aması maması yok! Evet, doğru dersin. Bizler neyse de, atlarımız hem yoruldu, hem de acıktı. Sırtlarında bizlerden maada yiyeceklerimiz, giyeceklerimiz ve silahlarımız da var. Ha biraz daha gayret! Tepeye çıkalım. Orada nefis bir kaynak da olacak. Hayvanlarımız otlarken bizler abdestlerimizi tazeler, namazlarımızı kılar, sonra da ‘ver elini Şark’a doğru’ deriz.”
“Eskiden, Urum eli derdik! Nemçe, Frengistan diye haykırırdık.”
“İşe bak! Kimin aklına gelirdi atalarımızın geldiği yerlere geri döneceğimiz ve seferler yapacağımız.”
“Kısmette varsa bir bahane oluyor.”
“Yıldırım Han’ımız, ‘hedefimiz Bizans…’ demişti.”
“Kader! Neylersin?”
“Kader yâ! Elin oğlu öyle bir fitne çıkardı ki. Durdur durdurabilirsen. Han’ımız fevkalâde gazaplandı. ‘Sabır taşı çatladı’ diyormuş…”
“Bütün hazırlıklar bitmiş. İş ciddiymiş.”
“Hele bu kış geçsin sen gör olacakları…”
“Bizim toplayacaklarımız da tuzu biberi olacak herhâlde.”
“Bakalım hele…”
“İnşallah sapıkları inlerinde vurmak şerefi bizlere nasip olur! “Sultanımız da fazla yorulmaz.”
“İnşallah!.” 
Daha neler sayıp dökmediler ki tepeye varana kadar. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.