“Kardeşim ne susuyorsun! Ne arıyoruz buralarda?”

A -
A +
Göz göze geldiklerinde başıyla selâm verir gibi bir hareket yaptı. Ona hoş görünmek istiyordu.
 
Sevincinden mi yoksa heyecanından mı ne, kalbi çarpmaya başladı. Dünyanın en kıymetli sarayına girmiş açgözlü hırsız heyecanıyla dışarı çıktı. Sanki tertemiz bu bakımlı odaların kapıları hep birden açılacak, içlerinden iriyarı, kavuklu, kılıçları ve kalkanları gözleri kamaştıran dağ gibi yüzlerce cengâver fırlayıp, üzerine çullanacakmış gibi korkuya kapıldı. Başı döndü. Tavan, döşeme ve levhalar sallandı gibi geldi. Daha dikkatlice baktı. Hatta ileri giderek duvardaki bir levhanın ucundan tuttu. Yerinde sapasağlam duruyordu. Hâline gülümsedi. “Deli mi oluyorum ne?” diyerek kendini suçladı. İki eliyle kafasına yumruklar vurdu canını acıtırcasına.
Tanımadığı biri tarafından dün eline tutuşturulan nâme hayatını değiştirmişti büsbütün. Bu kâğıt parçasının üzerine ne söylenecekse hepsi kısa, öz yazılmış, hatta ötesine bile geçilmişti. Defalarca okuduğu satırlar, aklını bütün bütün altüst etmişti; hâlâ sarhoş gibiydi. Şeytanî düşüncelerini, bu şirin konağın gizemli havasını, sükûnetini, ulviyetini içinde, ta yüreğinde hissediyordu. Esrarlı, müphem bir rehavet, dumansız bir ateş damarlarına yayılıyor; kafasında karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyordu.
“Anlatılmaz, tarif edilmez bir hâl ve heyecan içindeyim...” diyerek sofaya geçti.
        ***
“Pastırma yazı” dedikleri türden, günlük güneşlik bir gündü. Uzun, kaba dalgalı saçlarını okşayarak esen serin güz rüzgârına göğsünü siper eden Doğan Bey, derinden nefes alıp verdi. Neftî gözlerini kısarak henüz kışa hazırlık yapan sisli ufukları taradı. Neden sonra yanı başında bir iskelet sessizliğinde duran, içinin hiç de ısınmadığı adama döndü.
Boyu, uzundan daha uzuncaydı; yahut giyim kuşamından dolayı öyle geliyordu. Gülerken kocaman azı dişleriyle birlikte gırtlağına kadar görünmesi ağzının büyüklüğüne alâmetti. Esmer cildi çok güneşte kalmış her vahşi mahlûkunki gibi lime lime çatlamıştı. Kalın uzun kaşlarının altında iki çizgi şeklinde duran küçük ve soluk gözlerinde büyük bir zekâ işareti sezilmiyordu. Fakat o ince sivri burun, avına sinsice saldırmaya hazır bir kartal gibi acımasız olduğuna şüphe bırakmıyordu. Göz göze geldiklerinde başıyla selâm verir gibi bir hareket yaptı. Ona hoş görünmek istiyordu. En azından şimdilik. Başka çaresi yoktu.
“Haydi gidelim dediğin yere…” diyerek yürüdü. Kolları normal insanınkinden daha uzun tuhaf bu adam, gökte uçan kuşları ta havadayken tuttuğunu iddia ediyordu. Hatta dediğine göre bu hususiyetinden dolayı onu yakinen tanıyanlar “Serçetutan” lakabını yakıştırmışlarmış. Belli belirsiz acı bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Aklından geçenlere şaşıyordu kendi de.
Bursa’dan verilen talimata göre ilk karşılaştığı yabancı rehber Serçetutan’la birlikte ana yoldan sapıp kızıl kayaların üzerinden aştı. Birbirlerine destek olarak başı bulutlara değecekmiş gibi dimdik duran tepeye tırmandılar. Hasadı çoktan bitmiş tülden bir dumanın altında, kenarları eşit kesilmemiş mendiller gibi düzensiz sıralanan irili ufaklı tarlalara, inişli çıkışlı vadiye, menderesler çizerek gümbür gümbür akan gümüş ırmağa bakarken Doğan Bey;
“Nasıl? Neler görüyorsun?”
“Çok iyi…”
“Ben sana neler gördüğünü soruyorum…”
“!!!”
“Kardeşim ne susuyorsun! Ne arıyoruz buralarda?”
“Biraz hava alıyoruz, biraz da Demur’u işte!” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.