“Demek Yıldırım Han’ın bir bildiği var ha!..”

A -
A +
Doğan Bey "Lâ havle" çekerek yutkundu… Acı acı gülümsemekle yetindi.
  Söylenecek sözler de, yol da bitmişti sanki. Doğan Bey, her zamanki soğukkanlılığıyla elleri arkasında gözenin etrafında yürüdü. “Evet, bu palavracılar içinde kaldım… Cenâb-ı Allah yardımcım olsun…” diye dua etti kendi kendine. Bu aşamadan sonra yapacağı fazla bir şey yoktu. Bölgeyi ve mahallî lisanları bilen onlardı. Sonra tesadüfen de bulmamıştı bu adamları. Talimatla birlikte isim ve adres de verilmişti. “Hain ve kâfir nefsim nasıl da beni zorluyor?” diyerek sezgilerinin tesirinde olmak istemiyordu. Ne yapacaksa bu adamlarla yapacaktı çünkü. İşi çetrefilli ve zordu velhâsıl. Kâbus üzerine yaptığı seferden hemen sonra Gülşah’la evlenmiş, bir sene sonra Kostantiniyye’nin fethi hazırlıkları için Yıldırım Han’ın emriyle Bizans’a, oradan da Avrupa içlerine yapılan akınlara iştirak etmişti. Gözü gönlü hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Onun tek korkusu verilen vazifeyi zamanında başaramamaktan dolayı milletini ve devletini zora sokacak olmasıydı. Yoksa insanlardan, iki ayaklı canavarlardan asla çekinmezdi. Şimdi de bu belli ki üç kafadar sahtekârların yalanlarına peki diyerek hedefine ulaşacak ve ne gerekiyorsa onu yapacaktı gözünü kırpmadan. İsminin Dağtartan olduğunu öğrendiği, yerde yatan adamın yanından geçerken ani bir hareketle eline sarıldı, öpmeye çalıştı Doğan Bey’i. Üstü başı perişandı. Ne yapmak istediğini sordu. “Hiç” cevabı aldıktan sonra da yanına oturdu. “İki gündür sizleri bekliyorum. Timur Han’ın nerede kaldığını, harp numaralarını öğrendim. Osmanlı üzerine büyük bir ordu topluyor. Sayılmayacak kadar çok fil, onun on katı at, araba; silahlarının haddi var hesabı yok...” diyerek işin vahametine dikkatleri çekmek istiyordu karşılaştıkları ilk anda. “Demek beni yakinen tanıyorsun ha! Sormaya bile ihtiyaç duymadın! Kimdir, nedir, ne değildir diye merak bile etmedin?” Gülerek baktı Dağtartan. “İşini bilemesen birileri öğretir herhâlde!” “Yapacaklarını da derslerini de pekiyi ezberlemişlerdi demek ki!” diye derin derin düşünürken devreye Serçetutan girdi; “Bak Doğan Bey karındaşım, buralar bizlerden sorulur. Kılık kıyafetimize bakan aldanır. Ne dersek onu yapmaya çalış… Pişman olmazsın. Senin hedefin Timur Han, maksadın onu ininde vurmak değil mi? Tasalanma! Yalnız değilsin. Biz seni sağ salim o canavarın yuvasına kadar götüreceğiz... “Sonra!” “Gerisi sana kalmış! Ya Osmanlıyı batıracak, yedi kat yerin dibine sokacaksın ya da yüzünü ak edecek, Arş-ı âlâya çıkaracaksın! Koca Yıldırım Han sana çok güveniyormuş… Demek bir bildiği var...” “Demek Yıldırım Han’ın bir bildiği var ha!” diyerek kendi kendine mırıldanan Doğan Bey, canı gibi sevdiği memleketi, hakanı ve milleti için yarı alay etme manasına gelen bu lakırdıları ağızlarına tıkamasını bilirdi ama şimdi sırası değildi. Lâ havle çekerek yutkundu… Acı acı gülümsemekle yetindi. Binbir zahmetle tırmandıkları; tanımadığı, bilmediği bu şark illerindeki yalçın dağların yapraksız, kül rengi ağaçları, uzak kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, zavallı iskeletler gibi görünüyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.