Yattığı yerin yalnız bir penceresi vardı

A -
A +
Altın yaldızlı el yazması Mushaf-ı şerif de olmasaydı çok daha sıkıcı olacaktı hayatı.
 
 
Erkara, “Âh! Âh!” diye bir iç geçirdi ve;
“İşte bu fitne dünyanın en güçlü iki Türk ve Müslüman devletini karşı karşıya getirmeye çalışıyor.”
“Nasıl olur bu?”
“Evet, oluyor işte.”
“Peki, Emir Sultan bir şey yapamıyor mu?”
“Emir Sultan Hazretleri hiç durur mu? Mutlaka çok gayret sarf etti. Hâlâ da çalışıyor ama...”
“Takdir-i ilâhi!” derken Üryan, arkadaşının ne demek istediğini çok iyi anlamıştı.
             ***
         ESİR TÜRK ÇOCUĞU
Doğan Bey, Serçetuten, Dağtartan ve Seyrekbasan kışı geçirecekleri yere yerleştikten sonra süratle hazırlıklara başladılar. Timur ve maiyetine ait izler, kişiler bulma ümidiyle kül rengi, direksiz kocaman bir kubbenin altında ezilmiş gibi duran sararmış fundalıkları, dalları budanmış, kırılmış harap ormanları aradılar. Fillerin erzak ambarlarından, askerlerin yemek pişirmek için yaktıkları ateşlerin küllerinden maada bir şeye rastlamadılar. Galiba kış geldiği için hepsi de daha güvenli yerlere çekilmiş, kaybolmuşlardı. Doğan Bey, pes etmiyordu. Ne yapıp edip Timur’un askerleriyle irtibat kuracaktı. Buna pek kararlıydı.
Günler sonra yakınlardaki iki üç köyden nasihatle, biraz da tazyikle dokuz on kişi bulundu. Bunları gizli bir yere hapsedip hareketlerini, konuşmalarını gözlemeye başladı. Bu yolla belki umduklarından daha fazlasını öğrenebileceklerdi. Acelesi olsa da işi oldubittiye getirmeyecekti. Kış boyunca hep araştırma, inceleme ve hesaplar yapılacaktı, yeri ve zamanı gelince de gereken...
Hava gittikçe bozulup, tipi, boran arttıkça çadırda barınmak imkânsız hâle gelmişti. Daha iç kısımlarda soğuğa karşı korumalı yerler hazırlattı. Eski olduğu kadar da sağlam olan hanın aydınlık ve geniş odalarından birini arkadaşlarına, kenarda kalmış, köşeye sıkışmış küçük bir yeri de kendine ayırdı. Müşterek taraflarının çok az olduğu bu geçici yol ve dava arkadaşlarıyla fazla yüz göz olup sırlarının ifşa olmasını, maksadının çözülmesini, hususî hayatına ait bilgilerin ellerine geçmesini istemiyordu doğrusu.
Yattığı yerin yalnız bir penceresi vardı. Ocağı, tavanı sanki kömürden yapılmış gibi kapkaraydı. Kapısını tutmaya, duvarlarına yaslanmaya iğreniyordu. Hele gece olunca daha bir çekilmezdi. Doğru dürüst ışık vermeyen, köşede devamlı yanan fena kokulu, yağlı is çıkaran sarı, sönük ziyalı kandille yetinecekti. Vücudu, zihni hiç de alışık olmadığı bu kasvetli ortamda yaşamaya dayanmak mecburiyetindeydi. O zaten zor şartların, yalnızlık dolu çileli günlerin, imkânsızlıkların adamı değil miydi? Bu şekildeki yerde dikkatleri üzerine çekmeden saklanması, kem gözlerden uzak durması daha kolay olacaktı mutlaka.
“Vücudum, zihnim yorgun… Sağlıklı düşünemiyorum. Bulunduğum yer, mevcudiyetim şimdi bir rüya, korkunç bir serap, karanlık bir kâbus gibi geliyor. İsmi konmamış bir işkence içindeyim. Sanki bir kabir azabı...” derken sağ elini kalbinin üzerine götürdü. Cebinde taşıdığı altın yaldızlı el yazması Mushaf-ı şerif de olmasaydı çok daha sıkıcı olacaktı hayatı. Çünkü fazla konuşacak, dertleşecek kimsecikler yoktu. Olsa da şüphe uyandırmamak için yine uzak duracaktı onlardan... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.