Bedeni Acem diyarında aklı ise Bursa’daydı...

A -
A +
Memleketi ve sevdiklerinden uzak bu gurbette kim bilir ne tuzaklar bekliyordu onu?
 
Bitmek bilmez gecelerde uykusu da gelmiyordu Doğan Bey'in... Yalnızlık çok fena bir şeydi lâkin büyük davası olanlara değil. Mühim vazifesini hatırlayınca içinde bir ferahlık hissetti. Anlatılmaz, tarif edilemez farklı bir haz, değişik huzur da veriyordu hiç şüphesiz.
Aşağıda, ahırlardan bazen gürültüler de gelmese çok sakin bir kış geçirecek gibiydi. Bu vehim ve duygularla gözlerini kapayınca iri kan damlaları hâlinde kızıl, kırmızı lekeler önünde uçuşmağa başladı. Alnının ortasından kulaklarına doğru belli olmayan bir hararet yayılıyordu sımsıcacık.
“Bir ses… Evet, bir kadın sesi…” Bütün hâfızasını toplayıp dikkat kesildi Doğan Bey. “Fazla ırakta değil. Tarif edilemeyen çok hoş bir hava. Ne muntazam, ne de tesirli…” Yüzü pembeleşti. Boncuk boncuk terledi. Bu işittiği hüzünlü nağmeler, onu nerelere götürmedi ki... Gözünün önünde beyaz tülden kelebekler gibi uçuşanlar Gülşah’ın hayalinden başkası değildi.
Bedeni Acem diyarında; aklı fikri, gönlü Bursa’daydı bütün varlığıyla. Dalgınlığını dışarıdan gelen gürültüler bozdu. Gayriihtiyari sesin geldiği tarafa baktı. Ay ışığının aydınlattığı alçak bir çitle ayrılmış komşu bahçede kapısı, penceresi açık ahırın sövesine dayanmış genç bir kız duruyordu. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini ovdu elinde olmadan. Kumral, ağzı burnu küçük, gözleri iri, al yanaklı, uzun boylu ve sağlıklı bu genç ve güzel kadın, karşı konağın solundaki taraçadan ceylan bakışlarını üzerine çevirmişti. Göz göze geldiğinde istifini bile bozmadı. Oldukça şuurlu, bilerek, isteyerek daha sempatik görünmeye çalışıyor, aşk referansları yapıyordu. Yüzü kızararak utanan Doğan Bey, ilk anda ne yapacağını şaşırdı. Eli ayağı birbirlerine karıştı.
Haftalardır ayrı kaldığı güzel memleketi ve sevdiklerinden uzak bu gurbette kim bilir ne tuzaklar bekliyordu onu? Şeytan, azgın ve kâfir nefis, kaç defa daha acımasızca bütün silahlarıyla saldıracak ve zorlu imtihanlardan geçirtecekti? Uzun zamandan sonra ilk defa genç ve güzel bir kadınla karşı karşıyaydı. Beklenmedik anda önüne çıkan bu dilber ne yapmak istiyordu acaba? Kendini nasıl takip etmiş, nerelerden gelmiş, kim göndermişti? Ne maksatla gecenin bu köründe gülücükler dağıtıyordu yabancı birine? Bu sıradan bir tesadüf müydü yoksa şeytanî bir tuzağın yemi mi?
“Fakat pek taze, ne saf, fevkalâde cesur ve…” daha saymadan “Lâ havle ve lâ kuvvete…” çekerek hocası Emir Sultan Hazretleri’ne iltica eyledi...
“Hayat çözümlenecek sualler ise, muhabbet onun cevabıdır! Evlât, biz ahiret yolcularına düşen, ona tam hazırlanmak, sayılı nefeslerimizi en doğru olanını yapmakta harcamaktır. Büyük hakikat, kaçınılmaz nihâyet, ölüm ve sonrasıdır. Gidilebilecek cennet ve cehennemden başka üçüncü bir yer de yoktur...” diyordu gülümseyerek.
“Ne yeisim kaldı, ne kederim, ne de azgın, kâfir nefsimin doymak bilmez, acımasız talepleri.”
Ruhları okşayan, gönülleri ferahlandıran zamanın bir tanesi hocasının dertlere deva, hasta kalplere şifa sözleri, nasihatleri imdadına yetişmişti Hızır gibi. Neşesi de, keyfi de yerine gelmişti. Gezmek, dolaşmak, bir an evvel Timur hakkında çok bilgi toplamak ve vazifesine yoğunlaşmak istiyordu. Kesin karar verdi. Vakit kaybetmeden en kısa zamanda çıkıp Türkçe bilenlerle konuşacaktı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.