Serçetutan, sert adımlarla dolaştı durdu bir müddet...

A -
A +
"Ne yapabilirim ki ben? Pis Osmanlı! Başımın belâsı nerelere gittin?” 
  Serçetutan, sağa sola bağırıp çağırarak birçok insanı azarladıktan sonra hanın koridorlarında sert adımlarla dolaştı durdu bir müddet. Sonra günah dolu bir topluluğun gadre uğramış tek ferdi gibi birdenbire ağlamaya başladı. Sesler, uğultular, hatta eyerlenen atların kişnemesi bile kesilmiş, onu dinliyordu sanki. Yalnız onun haykırışları, hıçkırıkları yankılanıyordu taş duvarlara çarparak. Çakır Vezir bu durumu duyarsa hâlleri hepten haraptı. Büyük hedefleri, erişilmez idealleri, gizli hedefleri altüst olmuştu. Yüzüne nasıl bakacaktı o merhamet nedir bilmeyen zalimin? “Tâ Bursa’dan gözü kara, attığını vuran silahşor bulup gönderiyorum. En büyük cengâverlerim bir adama bile sahip olup Timur’u ortadan kaldıramadı!” dese ne cevap verecekti? “Ya şimdi!.. Ne yapabilirim ki ben? Pis Osmanlı! Başımın belâsı nerelere gittin?” diye söylenirken panik içinde olduğunu gizleyemiyordu. Çakır Vezir’in şerrinden kaçıp kurtulacakları yer de yoktu. O öyle bir adamdı ki ancak tanıyan bilirdi. İğnenin deliğine girseler bulup çıkarır ve intikamını alırdı. Bir avuç insanla tâ dünyanın öbür ucuna kadar gitmiş, Yıldırım gibi bir Sultanı ayağa kaldırmış, en gözde akıncısını tâ buralara kadar göndermesine sebep olmuştu. Zaloğlu Rüstem’in torunları, bu kadar güçlü, kuvvetli pehlivanlar, bir adamı idare edip hedeflerine ulaştıramadıysalar bunun elbette bir hesabı sorulacaktı. Serçetutan ağlamasın da kim ağlasındı? Ne kadar saçını başını yolsa da içinde bulunduğu sıkıntısını def edemeyecekti hiçbir şekilde. Bağrışmalara çıkıp gelen Canali, müşfik, babacan, darda kaldığında sığınabileceği bir dost bulmuşken çabuk kaybetmenin derin azabı içinde bir şeyler yapmaya çalışıyor, fazla ileri de gidemiyordu. Yapacağı yanlışlıklardan dolayı ona bir zarar gelmesinden korkuyordu. Ya Mahperi! İki gözü iki çeşme ağlamaktan başka elinden bir şey gelmiyor, içten içe yanıp tutuşuyordu. Beklediği kahramanı bulmuşken, derdini, sıkıntılarını bile anlatamadan çabuk kaybetmenin telâşı içindeydi. Efendisinin bitmek bilmez bütün işlerini, her şeyi yalnız yapıyor; dedikoduya malzeme olmaktan çekiniyordu. Yine de durmamış, boş zamanlarında bir yolunu bulup Doğan Bey’in kir pas içindeki odacığını, eşyalarını sıcak sularla yıkamış iyice temizlemiş, etrafa saçtığı güzel kokularla da bir gelin odasına çevirmişti. Kalbinin sesi ona; “Bu bir ilâhî tecellidir. Dün rüyanda gördüğün yiğit, ertesi günü yanı başında bitiverdi. Bunu sıradan bir tesadüf mü sanıyorsun? Elbette olamaz!” diyor, fevkalâde ümitleniyordu. O güzel insan nerede, ne şekilde olursa olsun mutlaka çıkıp gelecekti. Hiç tereddüdü yoktu. Ama nasıl ve ne zaman dönecekti? İşte onu bilemiyor, belirsizliğe ağlıyordu. Hanın her bir köşesinde bütün insanlar o delikanlının birden sırra kadem bastığından bahsediyor, herkes aklına göre bir de yorum yapıyordu. Kimi eşkıyalar kaçırmış, bazıları ayakyoluna giderken canavarların saldırısına uğramış diyor. Bir başkasına göre uyurgezermiş. Odasından çıkmış, gidiş o gidiş. Kimilerine göreyse ermiş biriymiş, kırklara karışmış. Sonsuzluğa kanat çırparak uçmuş… Daha neler, neler!.. Buna rağmen yine de herkes canla başla onu bulmak için uğraşıyor, genç bir delikanlının ziyan olmasına üzülüyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.