“Kız bu ne hâl? Gözlerin kan çanağı sanki!.."

A -
A +
Abdestini aldı. Huşuyla namazını kıldı. Tespihlerini çekerken arkadaşları da çıkageldi.
 
Gülşah, bir an öyle durdu. Etrafında dolaşanları hatırlamaya çalıştı. Timur Han’dan kaçıp gelenlerden Çakır Vezir birkaç defa önüne çıkmıştı. Bu bir tesadüf müydü? Yoksa! Pis bakışlarından rahatsız olsa da pek mühimsememiş, dikkate almamıştı. Aklına kötü bir şey de gelmemişti. Elin adamına haksız yere ne diyecekti ki? Derin derin soluklanırken göğüs kafesi kalkıp iniyordu bir körük gibi. Dudaklarında; “Ama niçin? Ama niçin?” sorusunu tekrarladı durdu defalarca.
İtaat, bağlılık, yüreklilik, fedakârlık ondaydı.
“Muharebeden, zalimlere haddini bildirmekten başka ne yapmıştı Doğan’ım? Tâ on beş yaşından beri... On iki senedir at sırtından inmiyordu. Bütün düşman memleketlerini dolaşıyor, en ünlü kahramanların çekindikleri şövalyelerin üzerine gözünü kırpmadan atılıyordu. Burçlara tırmanıp yüzlerce zırhlı düşmanın arasına yalınkılıç daldığı zamanlar ölmediği hâlde şimdi bir hainin, canavar bir insan kasabının kirli satırı altında mı can verecekti civanım?”
Yüzleri ak, alınları açık şanlı, şerefli geçmişlerini düşünüyor ve kırılır gibi olan cesaretini toparlamaya çalışırken; “İt ürür, kervan yürür…” diyordu Gülşah.
Oturduğu sedirden doğruldu. Ayağa kalktı. Dizleri üzerindeki iftira dolu paçavra yere düştü: “Beni ne sanıyor bu enayi? Kolayca inanacağımı nasıl düşünebilmiş bu bunak? Benimle, Doğanım’la ne alıp vereceği var?” diyerek hayıflanıyor, söylenip duruyordu.
Korkmadan tekrar pencereye yaklaştı neden sonra... Siyah bulutlar daha hızlı geliyor, tan yeri ağarıyordu. Köpeklerin ulumaları dinmişti lâkin uzaktan yakından horoz sesleri ortalığı velveleye vermeye devam ediyordu hâlâ. Tek tük kapı seslerine derinden gelen ezânlar da eklenince sabah vaktinin çoktan başlayıp gecenin bittiğinin yeni farkına varmıştı. Konağın yakınından akan küçük derenin dokunaklı ve hafif şırıltısı işitiliyordu.
Abdestini aldı. Huşuyla namazını kıldı. Tespihlerini çekerken arkadaşları da çıkageldi.
“Kız bu ne hâl böyle?”
“Neyim varmış?”
“Gözlerin kan çanağı sanki!”
“Rengin de kar gibi. Belli ki korkmuşsun!”
“Onu da nereden çıkardınız?”
“Biz seni bilmez miyiz Gülşah?”
“Bilirsiniz de…”
“Doğru söyle sana ne oldu?”
“!!!”
Gülşah arkadaşlarının telâşlanmasına inandırıcı cevaplar veremedi. Sonra da rüyasını ve atılan kâğıdı olanca gerçekliğiyle anlattı. Sabahın ayazında soğuk olan oda âdeta buz kesilmişti şimdi de. Kimsenin konuşacağı lafı kalmamıştı.
“Bütün Rumeli, Anadolu onu tanır. Atına atlayıp hangi şehzadenin yanına gitse muhabbetle karşılanacağını, sevgiyle kabul olunacağını biliyorum. Pek çok da güveniyorum. On kişiye, yüz kişiye değil, gerekirse bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti var Doğan’ımın” diye başladığı anlatımına hıçkırarak devam ediyordu Gülşah.
Sonra kuvveti, mahareti, çevikliği... Bütün memlekette bir eşi daha yoktu. Bir kere ok yaydan çıkınca Allah korusun ele avuca sığmaz, kimseler de önüne geçemezdi. İran’a, Turan’a kadar vura kıra gider, adına ad, ününe ün, şanına şeref katardı… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.