“Neyse! Sen memleketinden bahset, iyice meraklandım...”

A -
A +
“Kışın bembeyaz karlar, yazın yeşillikler diyarı Erzurum’da doğmuşum..."
 
Doğan Bey, iyice sağlığına kavuşmuştu. Artık her gün Canali’yle dertleşiyor, havadan sudan konuşsa da iş dönüp memleket, ana, baba hasretine dayanıyordu. Bu meseleleri konuşmak herkesin de hoşuna gidiyordu. Bir başladı mı tam sonu gelmiyordu bir türlü;
“Benim bu oda çok berbattı…” diye söze başlayan Doğan Bey, memnuniyetiyle birlikte merakını da gidermek istedi.
“!!!”
“Doğru söyle, sen mi temizledin?”
“Yok! Doğru söylerim elbette! Ben yapmadım!..”
“Kim olabilir? Hancı mı?”
“O yapmaz. Öyle bir âdeti yok. Az çok tahmin ediyorum, ama emin değilim…”
“Her kimse çok dua ettim, biliyor musun?”
“Doğrudur Beyim. Size de o yakışırdı zaten.”
“Neyse! Sen memleketinden bahset, iyice meraklandım.”
“Ben, kışın bembeyaz uzayıp giden karlar, yazın yeşillikler diyarı Erzurum’un bir kazasında doğmuşum. Kaç senedir görmediğim bu yer, gece rüyalarımda, gündüz hayallerimde yaşıyor bir serap gibi. Çok şeyi unutulan, eski bir düş... O zaman güçlü kuvvetli bir çiftçi olan muhterem babamla her vakit gittiğimiz Yukarı Câmi-i Kebir’in bahçesindeki şirin şadırvanı, içinde onlarca koyunun ot, saman, arpa yediği ağılı, kümesteki allı, çilli horoz ve tavukları, kocaman Zalim ismindeki duman rengi köpeğimizi, çelik çomak oynadığımız komşumuzun sarı saçlı, çimeni gözlü uşağını hayal meyal hatırlıyorum. Ama pek net değil, maalesef beyaz bir bulut önüme çöküyor, renkleri silip süpürüyor, şekilleri, biçimleri bozup kaybediyor... Pek uzun zaman gurbetlerde kaldıktan sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse ben de tıpkı öyle merak ve sabırsızlığa benzer acı duyarım. O, her akşam sürülerle camızların, ineklerin geçtiği tozu bulut gibi göklere çıkan taşlı, topraklı yollar, yosunlu, siyah balçıktan damlar, yıkılacakmış gibi duran büyük taş duvarlar, birkaç söğüt ağacının uzatılarak yapıldığı suya değecekmiş gibi alçak derme çatma köprüler, yemlik, kımı, koçkoz topladığımız tarlalar; çevresi alçak duvarlı düz harman yerleri; öküz arabaları, çiftler, çubuklar, tezek kalakları, tayalar hep hayallerimde buharlaşarak erir, görünmez olurlar nedense?
“Şair gibi sıralıyorsun Canali’m…”
“Dert insanı konuşturuyor Bey’im...”
“En çok unutmadığın ve senin ifadenle, sisler altında kalmayan şeyler?..”
“Evimiz…”
“Nasıldı?”
“Yalnız sımsıcak, şirin bir yer!”
“!!!”
“Evimizle medreseyi hiç bozmadan gözümün önüne getirebiliyorum. Büyük bir bahçe ortasında köşk biçiminde yapılmış duvarları alçı badanalı kar gibi ak bir ev... Sağ tarafta her zaman toplandığımız ocağı devamlı yanan oda... Bazen canım annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, ışığında dersimi tekrarlatır; kuru üzüm, ceviz yedirir, sütümü içirirdi. Mutlaka bir iki âyet-i kerîme okutur, sonra da; ‘Benim oğlum büyük bir âlim olacak…’ derdi. Bulunduğum yerden görünen avlunun öbür ucundaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi hep beni korkuturdu nedense. Bu kapkara deliği devlerin yuvasının çıkış yeri sanırdım.” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.