Binebileceği ne bir at ve ne de merkep kalmıştı!..

A -
A +
"Görsünler Gülşah’ı sizi gidi sizi! Akıllarınca beni burada bırakıp döndüklerinde de üzerime güleceklerdi!"    
Gülşah ortalıkta hiç kimseyi göremeyince “Demek herkes gitmiş!” dedi. Biraz soluklandı. Sonra da avazı çıktığı kadar bağırdı. “Matlube Ana!.. Matlube Ana! Huu, kimsecikler yok mu?” “!!!” “Sarıkız! Meryem! Hu! Hu!” “!!!” “Maalesef yoklar! Beni ya unuttular. Ya da uyandıramadılar. Belki de soğuk bir şaka…” diyerek geldiği yerlerden geçip tekrar odasına girdi…
Gülşah, dışarı çıkabilecek şekilde elbiselerini giyindi. Saçlarını iki kalın örgü yaparak omuzlarının üzerinden sarkıttı. Yanına alabileceği özel eşyalarını, yedek elbiselerini de aldı. Kristal aynanın karşısında son bir defa daha kendini seyretti. Gülşah, çok güzel bir hanımdı. Buna rağmen hiç kendini beğenmez, kibir, gurur etmezdi. Bu güzelliklerinin hepsi de kendi istek ve iradesinin dışında Allahü teâlânın vermiş olduğu nimetlerdi. Daha çirkin; ne bileyim burnu eğri, şişko, dişleri çürük, başı kel olabilirdi. Hatta daha kötüsü; beli kambur, gözleri kör, kulakları sağır ve lâl da olabilirdi. Elinde olmayan güzellikle övünmek ne kadar ahmaklık ise, çirkinlik ve eksikliklerle de kahırlanmak, ezilip sıkılmak o kadar budalalıktı ona göre. Hiç vakit kaybetmeden bahçeye çıkmak için dış kapıya koştu. Arkadan sürülü mandalı çekti. Kapıya ne kadar zorlandıysa da bir türlü yerinden oynatamadı. “Allah! Allah!” diyerek kapının arkasında sakladığı kayın ağacından bir sopayı mandal deliğine sokarak kuvvetle silkeledi. “Küt” diye bir ses duydu. Ağır kapı açılırken sabahın ilk ışıklarıyla birlikte temiz, mis gibi bir hava da içeriyi doldurdu. “Kim, niçin kilitlemiş? Arkadaşlarım nerde? Bunlar ne demek? Acaba şaka mı yapıyorlardı? Ne yaparsa yapsınlar beni kimse yolumdan alıkoyamayacak!” dedi. Soğukkanlılığını kaybetmeden ahıra indi. Hâlâ ortalıkta insan namına kimsecikler görünmüyordu. Binebileceği ne bir at ve ne de merkep kalmıştı. Hastalık ve zayıflıklarından dolayı bir köşeye terk edilen öküzler onu görünce böğürdü, boyunlarını büktüler. “Ben de bunlarla giderim öyleyse. Şimdi kavuşurum. Görsünler Gülşah’ı sizi gidi sizi! Akıllarınca beni burada bırakıp döndüklerinde de üzerime güleceklerdi. Bakın, yutmadım hanımlar. Şimdi gülme sırası bende...” Hayvanları arabaya koşarken keyfi de yerine gelmişti. Keşiş Dağı’nın kartal yuvası engin ufuklarına bakan, ince taş işçiliğinin en güzel örnekleriyle inşa edilen zarif, bakımlı iki katlı konağın etrafı da çiçeklerle bezeliydi. Çınarların, servilerin alaca gölgeleri zirveye tırmanan dar kağnı yoluna düşüyor, ilkbaharın serin rüzgârıyla coşan kuşlar, çılgın naralarla etrafı şenlendiriyordu. Bursa’nın dört bir yanı bağ ve bahçeydi. Orta yerindeki vadinin iki yakasını bir gerdanlık gibi birleştiren, kahverengi boz yontma taşlardan yapılmış, üstü kambur köprü, Ulucami-i şeriften sonra şehrin en çok bilinen, gezilen, sevilen simgesi sayılırdı. Gülşah gelin, binbir zahmetle arabaya koştuğu bir deri, bir kemik kalmış öküzlere, elindeki uzun kamçıyla; ho, diyerek hızla vurdu. Semtin temiz, bakımlı cadde ve sokaklarından, derenin üzerindeki kemerli köprüden gacır gucur sesler çıkartarak geçti... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.