Sebebini bilemediği bir hüzün kaplamıştı içini...

A -
A +
Bir pelte gibi olduğu yere yığıldı. Bayılmış, kendinden geçmişti Gülşah Hanım…
 
Gülşah, toprak ve taş yolları oflaya puflaya geride bırakarak, zirveye doğru bir hayli yaklaştı. Kayaların birbirine yapışık dev sütunlar gibi önünü kapattığı dönemeci geçince şehir, kuşbakışı ayaklarının altına geldi. Zaten ağır giden hayvanları durdurup etrafı seyretti. Ne yanan bir ocak, ne tüten bir baca vardı.
“İçi boşaltılmış hazineye benziyor insansız memleket… Neye yarar ki?..” dedi. Aklına önemli bir şey gelmişçesine içini çekti. “Âh!.. Tıpkı benim gibi… Ne zamandır kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşıyorum.”
Sokaklarda dolaşan başıboş köpekler, sürüler hâlinde uçuşan kuşlar, damdan dama atlayan kediler de olmasa her taraf sessiz ve sakin sayılacaktı.
Hava kadar boş, derya kadar büyük, bahçelerinden rengârenk güllerin, çiçeklerin sarktığı bu huzur beldesine bakarken sebebini bilemediği bir hüzün kapladı. Sanki bir daha dönmeyecekmiş gibi acıyla burkuldu. “Hayırdır İnşallah! Bana böyle ne oluyor?” diyerek, arabanın orta yerine çömelirken öküzlerin ani böğürtüleriyle irkildi, şaşırdı. Bu acayipliğe bir mânâ veremedi. “Herhâlde acıktılar iyice. Düzlüğe çıkınca karınlarını doyururum” diye mırıldanarak elindeki uzun kamçıyla hayvanların sırtlarına vurdu. Ne olduğunu tam anlayamadığı garip homurtulardan başka bir ses veya hareket göremedi. Hırsla bir daha kaldırdı, şiddetlice indirdi. Yine bir kıpırdanma olmadı.
Oturduğu yerden doğruldu. Arabanın çam dallarından yapılmış tarına tutunup hayvanların yanına kadar uzanmasıyla çığlık atması da bir oldu. Ses kayalara çarparak tekrar tekrar yankılandı. Arz, arş inledi de kimsecikler duymadı. Gök gürültüsünü andıran bir kükreyişle kocaman ve kıllı bir heyula, alev saçan gözlerini üzerine dikmiş, ağzından kanlı salyalar akarak kazma gibi dişlerini beynine saplarcasına üzerine çullanıyordu. Bağırmak istediyse de sesi çıkmadı. Elleri, ayakları birbirine karıştı. Tir tir titredi. Türkmen halılarından birisini üzerine çekmeye çalıştı, gücü yetmedi. Sırtındaki ipek örtüyü yüzüne kapadı. Beti benzi solmuş, narin, ince parmaklarını kanatırcasına ısırmıştı farkında olmadan. Hiçbir hareketi korkusunu gideremedi. Bu vahşi görüntüler karşısında fenalaştı, başı döndü, gözleri karardı, bir pelte gibi olduğu yere yığıldı. Bayılmış, kendinden geçmişti Gülşah Hanım…
            ***
Altaylar’dan kopup bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükleyerek Bursa’ya kadar gelmiş bu asil millet, cibilliyetlerinin gereği midir ne, karlı dağları, yalçın tepeleri yurt etmeyi pek severdi. Gözü hep yükseklerde, başı gök kubbeye değebilecek zirvelerdeydi. Bunun için olsa gerek batı Anadolu topraklarını vatan edinirken bile sırtını bir dağa yaslamayı ihmal etmemişti. Yeni yurtlarında geleneksel hayat tarzına en yakınını oluşturmayı başarmış, kışın ılıman vadilerde ve ovalarda, yazın mutlaka ve mutlaka mor dağların buz gibi sularını içerek yaylalarda yaşayabileceği bir hayat tarzını benimsemişlerdi.
İşte bu yüzden bolluğun, bereketin başlangıcı baharın en güzel günlerinden birini, bayram şenliğinde ve sevincinde yaşıyorlardı… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.