“Bu şerefli millete, ne yapsak azdır..."

A -
A +
“Boynumuz kıldan incedir Padişahım! Bütün ahali yerlerini almış, hazırlıklarını tamamlamıştır..."     Yıldırım Han, sıkıntılarını şimdilik tehir etmiş görünüyordu. “Eski bir Orta Aysalı torunu olduğumdan mı ne Ziyaret Dağı’nı seyrederken hep kendimi Altaylar’da hissederim. Babam Orhan Bey bana, babası Osman Gâzi dedem ona, Ertuğrul Gâzi dedem kendi oğluna, böyle silsile yoluyla anlatmış durmuşlar bıkmadan, usanmadan köklerimizi ve geldiğimiz yerleri. Hâfızama öyle kazınmış ki sanki oraları karış karış gezmiş, at koşturmuşum zümrüt yeşili çayırlarında, karlı, boranlı yaylalarında... Mis kokan gül bahçeleri, allı, morlu haşhaş tarlaları, ufuklara kadar uzanan yeşil sazlıklar, irili ufaklı göller, uçsuz bucaksız buğday, arpa, çavdar tarlaları, önünde çocukların oynaştığı obalar, kıl çadırları, sayılmayacak kadar çok at, merkep, sığır, koyun, keçi sürüleri hep alışık olduğum, vazgeçemeyeceklerim…” diye düşündü. Oldukça da neşeliydi bugün. Bir tıfıl heyecanıyla etrafını temaşa ediyordu yalnız başına. Karşı gözenin başında toplanmış genç kızlar, güle oynaya testilerine su dolduruyordu. Daha ileride delikanlılar güreşiyor, ok atıp kılıç şakıtıyor, başka bir köşede bir grup atlı ciride hazırlanıyor, çadırların etrafında minikler evcilik, çelik, çomak oynuyor, koçlar, kuzular kesiliyor, kazan kazan pilâvlar demleniyor, kokusu bütün yaylayı saran çeşit çeşit yemekler pişiriliyordu neşe içinde. Görenleri âdeta büyüleyen Hakan’ın altın sırmalı, ibrişim urganlı, beyaz, mavi, kızıl atlastan otağ-ı hümayunu, ziyaretçileri toplu olarak görebilecek hâkim bir tepeye kurulmuştu. En ucunda Sultan’ı temsilen tuğ ve sancak, etrafında pala bıyıklı, kılıçlı, kalkanlı, pehlivan yapılı muhafızlar vardı. Arkası hisar duvarları gibi yükselen kara kayalık, sağında zirvedeki karların erimesiyle şelaleler oluşturarak akan berrak suların ninni söyler gibi çağıldadığı derecik, önünde bahar sularının oluşturduğu birkaç evlek büyüklüğünde masmavi bir gölcük, sol tarafındaysa beylerin ve paşaların itibar ve rütbelerine göre çadırları diziliydi. Yanı başında atları otlatan kolları sıvalı seyisleri, çadırların önlerinde bitmez tükenmez bir aşkla çoraplarını ören kocakarıları, boy boy çadırları, harıl harıl çalışanları olanca şiddetiyle ısıtmaya çalışan güneşe elini siper ederek bakan Yıldırım Han: “Bu şerefli millete ne yapsak azdır. Canım feda olsun. Onları böyle mesut ve bahtiyar görmek beni nihayetsiz memnun ediyor. Ne gamım ne de kederim kalıyor. Elhamdülillah! Şükürler olsun Allah’ım… Şükürler olsun…” Çadırın önünde küçük adımlarla ileri geri yürüdü gayriihtiyari. Temiz, mis gibi yayla havasını ciğerlerine kadar çekti derin derin. Sultan, Rabbül âlemine hamd ve şükrederken kendini hürmet ve tazimle selâmlayıp müsaade isteyen beylere, haklı bir muhabbetin izlerini taşıyan müşfik bir bakışla kara, uzun kirpikli, iri şahane gözlerini dikti. Elleri önlerinde yaklaşan beylerden Gâzi Evrenos Bey: “Boynumuz kıldan incedir Padişahım! Bütün ahali yerlerini almış, hazırlıklarını tamamlamıştır Devletlû Sultanımız… Mevlid-i şerîfin okunması ve diğer yarışmaların huzur-u âlinizde yapılabilmesi için yüksek emir ve müsaadeleriniz beklenmektedir efendim…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.