“Beyazıt Paşa’nın çadırı nerede ağalar?"

A -
A +
Süleyman Çelebi’nin konak çadırı, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu.
 
Hakan gülümsedi. Bu tebessümde sanki rahmet meleklerinin müjdeli haberleri vardı.
“Gelin hele… Beri gelin karındaşlarım… Deminden beri otağın önünden bütün şarkı, garbı, cenubu, şimali seyrederim. Görürüm ki tebaam hâlinden memnundur. Bilesiniz ve şahit olasınız ki ben dahi onlardan razıyımdır. İmdi sorarım sizlere; Biz kuluz. Haddimizi biliriz lâkin gafletle Bârî-i teâlâya muhalif iş yapmış olmaktan korkarız. Allah aşkına kusurlarım, kabahatim varsa sultandır deyû tereddüt etmeyin, söyleyin bileyim ve nelerse düzelteyim. Tövbe edeyim aklım başımdayken, iş işten geçmeden, ecel beni yakalamadan…”
Gelenler hep birlikte ağız birliği etmişçesine;
“Estağfirullah! Hâşâ! Sümme hâşâ!” dedikten sonra bir adım öne geçen Molla Fenârî Hazretleri, kızıl deve tüyünden kürkünün önünü üst üste getirip iki elini üzerinde kavuşturarak, yüksek müsaadelerini talep etti muhabbet ve hürmetle;
“Devletlû Sultanımız, hâşâ, ağzım kurusun, bir kusurunuzu görse idik evvel Allah ikaz ederdik. Beceremezsek dahi bir söyleyeni bulur yine ulaştırırdık dilek ve temennilerimizi. Kullarınız ve cümle tebaanız da Hakanları gibi düşünürler. Allahü teâlâdan korkar, padişah emri ve kul hakkı hususunda titizdirler. Muhterem Sultanımız, Efendimiz müsterih olsunlar. Herkes, devletimizin bekası, milletimizin sıhhat ve selâmeti için duacıdır. Vesselâm…”
Daha bir keyiflenen Padişah;
“Bunları sizin ağzınızdan duymak hoşuma gitti. Azgın ve dahi kâfir nefsim beni nâra sürüklemeye tekmil vazifelidir. Onun için korkarım, onun için sorarım mert karındaşlarım...”
Tebessüm ederek otağına girerken, şüphesiz ne demek istediğini anlatmıştı kısa ve de öz olarak...
             ***
Bütün Bursalılar, ziyaretin daha iyi olması için durmadan canla başla çalışmış, doyasıya yiyip içip gönüllerince eğleniyorlardı.
Süleyman Çelebi’nin konak çadırı, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Tepenin her yanından gelen kar suları billur derecikler hâlinde akıyor, ziyaretçiler sırayla birbirlerini tebrike geliyor, çadırlar dolup dolup boşalıyordu. Kokusu uzaklardan duyulan et kazanları indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Süleyman Çelebi’nin al atıyla dörtnala süzüldüğü görüldü. Bir iki konak geriden gelenlere yetişmişti. Yol kenarında semeri devrilmiş bir katırı kaldıran delikanlılara sordu:
“Beyazıt Paşa’nın çadırı nerede ağalar?
Gençler onu görünce doğruldular, hürmette kusur etmeden selâmladılar. En olgunlarından biri, işaret parmağıyla göstererek karşılık verdi:
“Şu ileride Çelebi’m.”
“Paşamız ileri mi gitti?”
“Hayır.”
“Ya nerede?”
“Paşamız, Gâzi Evrenos’un çadırında.”
Çelebi durdu. Gençlerin yüzüne daha bir dikkatle baktı. Yeniden sordu.
“Gâzimizin otağı nerede kurulmuş peki?”
“Her seneki yerinde… Büyük kaynağın sağ yanında, Padişah Efendimizin tam karşısında…”
Atını mahmuzladı, bir solukta Evrenos Paşa’nın çadırının önünde buldu kendini. Geleni gören çerilerle birlikte paşalar da konuşmalarını kesip beklediler. Herkes pürdikkatti.
“Gâzim, kızların çadırı nerde?” diye gürleyen Süleyman Çelebi, selâm vermeyi bile unutmuştu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.