İçi sızladı, acılarla kıvranarak ürperdi

A -
A +
Gülşah, ne yaptıysa beceremedi. Her tarafını kaplayan acılar, ağrılar içinde kıvrandı...
Kimselere duyuramadığı çığlığı beyninde yankılanıyordu. Kalbi yırtılmış gibi acıyordu. Dizlerinin bağı çözüldü. Bilekleri karıncalandı. Dudakları, yanakları çarpılmış gibi titremeye başladı. Üryan, arkadaşının bu hâlinden ürküyor, yüzüne dahi bakmıyordu. Sendeleyerek kapıya doğru yürüdü. Alacakaranlıkta merdivenlerden inerken bu kahredici ani ve üzücü haberden dolayı ruhuna, vicdanına vurulmuş zehirden bir kamçının öldürücü şakırtısını duyuyordu.
“Gülşah Hanım yok! Yok!”
“Doğan Bey yok! Yook!”
“Evet, hiç şüphesiz benim ahmak, şehvetten başka bir şey düşünmez azgın nefsimin payı da çoktur. Bütün kabahat da, suç da hep benimdir! Benim!” diyerek inliyordu içten içe.
Bu hareket yalnız Gülşah’a değil, bütün Türk milletine karşı yapılmış bir meydan okumaydı muhakkak. Başka ne olabilirdi?
Kapıyı, bacayı örtmeden konaktan çıkmışlardı. Şaşkınlıkları üzerlerinde giderlerken arkadan koşarak gelen Aşır;
“Hey nereye? Durun! Beni de bekleyin!”
“!!!”
Geri dönüp bile bakmadılar. Peki, nereye gidiyorlardı bunlar? Zar zor yetişen Aşır, kapının açık olduğunu, kapatıp kilitlediğini söylediyse de cevap alamadı yine de.
Hava hakikaten pek bozuktu. Bahara rağmen soğuk bir rüzgâr esiyor, ortalığı buz kesiyordu. Fakat aksine bu arkadaşların beyinleri tutuşmuş, vücutları alev alev yanıyordu âdeta. Erkara, önce iliklediklerini şimdi de bir bir çözüverdi. Kalpağını arkaya sarkıttı. Koşmaya başladı. Dik kaldırımlardan, dar sokaklardan, ağlaşan kadınların yanından hızla geçti. Aşır ve Üryan epey geride kalmıştı. Atlı birkaç yeniçeri telâşla sağa sola koşuşturuyor, emirler veriyordu. Onları da görmezlikten, duymazlıktan geldi. “Âh! Millete bu acıyı çektiren bedbahtı bulabilseydim! Yerini bilseydim ne olur? Ya o beni öldürseydi ya da ben ona hak ettiği cezayı verebilseydim... Ah! Ah!” diye söylenirken kendine karşı duyduğu nefret, vicdanındaki ateşten azap dayanılacak gibi değildi.
Epey zaman sonra dara düşenin, derdi olanın, çaresizlerin sığındığı Emîr Sultan Hazretleri’nin nurlu dergâhına geldiği vakit, kendini anlatamayacak kadar yorgun ve de başı ağrıyordu.
            ***
Yağmuru fısıldayan serin bir bahar rüzgârı yüzünü yalayarak esiyor, üstüne kara bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Ne zamandır yattığını bilemediği bu yalçın ufuklu, ıssız kayalık yerde uyuşuk bedenini toparlayarak doğrulmak istedi Gülşah. Ne yaptıysa beceremedi. Her tarafını kaplayan acılar, ağrılar içinde kıvrandı. Çaresizlikten mi, yoksa dayanılması imkânsız olan ağrılardan mı ne gözlerinden akan yaşlara mâni olamadı. Bu acayip yerlere nasıl geldiğini, getirildiğini anlamaya çalıştı hâfızasını zorlayarak. Mağara gibi açılmış, homurtular çıkaran ağızdan, kanlı et parçalarının arasındaki kocaman iki sivri dişin mızrak gibi kendini ebediyen yok etmek üzere üstüne doğru gelişinden başka bir şey hatırlamadı. O anı düşündükçe dehşete kapıldı. Kulaklarını tıkadı. Yeniden içi sızladı, acılarla kıvranarak ürperdi. Çok korkmuştu. Ürkek bakışlarla bulunduğu yeri tanımaya çalıştı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.