Hiç bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştı

A -
A +
Uçurumların çevrelediği koca göl, dipsiz bir kuyu gibi başını döndürdü. Düşe kalka kıyısından geçti. 
 
Gülşah, “Burası neresi? Nasıl geldim? Kim getirdi? Aman Allah’ım ne yapacağım ben şimdi?” diye söylenip durdu kendi kendine. Öfkeyle dişlerini sıktı. Otlara, ağaç dallarına tutunarak doğruldu. Görebildiği kadar uzaklara baktı. Gayriihtiyari yürümeye başladı gücü yettiğince. Hareket ettikçe açılıyordu. Bir çıkış yolu bulmak için üstünü başını yırtan çalılara, dikenlere, ayaklarını paralayan taşlara aldırmadan sağa sola koştu, durdu. Her hamlesinde karşısına, tırmanması mümkün olmayan, duvar gibi sarp kayalar çıkıyordu. İyice bitkinleşince de sırtını kocaman bir taşa yaslayarak soluklandı. Boş gözlerle etrafını seyretti. Burası, dış dünyaya kapalı hiç görmediği, duymadığı, bilmediği vahşi bir yerdi. Yoksa başka bir ülkeye mi getirilmişti?
Ümitleri de, gücü de bitmişti. Hiç bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştı. Ağlamaktan göz pınarları kuruyan Gülşah Hanım, yiğidi, canından çok sevdiği Doğan Bey’le bilmem kaç ay önceki evliliğini, kırk gün kırk gece süren dillere destan düğünlerini, her köşesinde onlarca hâtırası olan evceğizini, numune insan kayınpederi Süleyman Çelebi’yi, melek huylu Matlube Anacığını, her zaman iftihar ettiği babası Beyazıt Paşa’yı, biricik anacığını, narin arkadaşlarını, kibar dostlarını ve bir ömre bedel ihtişamlı günlerini tek tek düşündü. Nice kralların prensesleri vermeye can attığı Doğan Bey’le olan plâtonik aşkını, mutlu günlerini unutamıyordu. O güzel hâtıralar, sanki bir daha hiç yaşanmayacakmış gibiydi. Fenalaştı, gözleri doldu. Biricik yiğidi Doğan Bey’ini güle oynaya sefere uğurlamıştı. Döndüğünde evde bulamayınca nasıl üzülecekti, kahırlanacaktı kim bilir? Yorgunluğu, yalnızlığı bu ayrılık yanında hafif kalıyordu. Hele bir de karnındaki aklına gelince bir daha yıkıldı.
Vahşi tabiatta yalnız başına kalmak, olacak şey değildi. Lâkin bir hakikatle karşı karşıyaydı da. Eğer bir çare bulamazsa bu gidişle kurda kuşa yem olacak, ebediyen yok olup gidecekti bütün sırlarıyla.
“Aklım başımda, gücüm kuvvetim yerindeyken ve beterin beteri olmadan bir an evvel buralardan kurtulmam lâzım." Bu çukurdan çıkıp sevdiklerine kavuşmak isteği had safhada ama bir çıkış yolu düşünemiyor, bulamıyordu Gülşah.
Yeterince dinlenince şansını bir daha denemek istedi. Son gücünü toplayarak yaban hayvanların gide gele yol ettiği patikaya girdi. Otlar, çalılar arasında yürüdü, yürüdü… Nazik ayaklarına taşlar vuruyor, ipek etekleri dikenlere takılıyor, işini daha zorlaştırıyordu. Gitmediği köşe bucak kalmadı. Yorgunluk, hıçkırıklarını dindirmiş, acılarını bastırmıştı sanki.
Ne kadar zaman geçti tahmin edemiyordu. Gittikçe kayaların üzeri morlaşıyor, kara gölgeler her tarafı kaplıyordu. Uçurumların çevrelediği koca göl, dipsiz bir kuyu gibi başını döndürdü. Düşe kalka kıyısından geçti. Uzaktan yakından çeşitli yaban hayvan sesleri işitiliyordu. Çürümüş bir kütükten atlarken, birkaç kurt keskin dişlerini göstererek önüne dikiliverdi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.