Dalgın dalgın kızıl ufukları seyretti...

A -
A +
Kaç gündür gözlerini ne zaman kapasa hemen hemen aynı rüyayı görüyordu.
 
Ani bir hareketle kurumuş dallardan birini kaptığı gibi karşısındakilere savurdu. Ağzından salyalar akan, gözleri çakmak çakmak canavarlar, hırlayarak, daha bir hırsla üzerine gelirken, artık sonunun geldiğini düşündü. Tâkati hepten bitmişti. Boğulacak gibi oldu. Ses çıkaramıyor, nefes alamıyordu. Hem kime, neyi duyuracaktı ki? Çaresizliğin zirvede olduğu bu anda gök gürültüsünü andıran bir uhrevî sesle irkildi, titredi. Emîr Hazretleri diyecekti, diyemedi. Kökleri kesilmiş bir selvi gibi olduğu yere düştü. Daha sonrasını fazla hatırlayamıyordu…
Beklemediği bir anda imdadına yetişen acaba kimdi, neydi? Yoksa kendisini Ziyaret Dağı yolundan buralara kadar getirenlerden biri miydi? Korkudan usu geçmiş, bayılmış bu nazik misafir, kurtların elinden kurtaran zahirî sebebi ömür boyu hep düşünecekti.
              ***
Kaç gündür gözlerini ne zaman kapasa hemen hemen aynı rüyayı görüyordu. Oldukça karışık, ürkütücü şeylerdi ve tam olarak net seçemiyordu da. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar bazı evlerin, bilhassa kendi konaklarının üzerine düşüyor, alevleri göklere yükselen yangınları bardaktan boşalırcasına yağan yağmurlar bile söndüremiyordu. Her defasında kan, ter içinde uyanan Doğan Bey, ‘Lâ havle… Tövbe istiğfar…’ çekerek hayra yormaya çalışsa da tesirinden bir türlü kurtulamıyordu.
Bugün yine yılanlı, çıyanlı acayip bir rüyadan endişe içinde uyanıverdi. “Kim bilir ne kadar çırpınmışım?” diye söylendi. Yorganı yattığı yerden aşağı düşmüş, baş yastığı göğsünün üzerinde saçları dağılmış, vücudu kaskatı kesilmişti. Sanki kemikleri kırım kırım kırılmıştı, geçirdiği sıkıntılı düşlerden dolayı:
“Fakat ne acayip şeyler görüyorum böyle!.. Gülşah’ımı her defasında ağlayarak benden kaçarken ama ne olduğunu tam anlayamadığım sisler, puslar arasında kayboluyor görüyorum… ‘Yâ Rabbim hayra tebdil eyle!’ Bu işkence dolu, ürkütücü rüyalara tekrar dönmemek için uyumaktan da nefret eder oldum…”
Acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, itilip kakılmanın her türlüsünü görmüş geçirmiş bir cengâverin rüyaların etkisiyle sarsılması olacak şey değildi. 
“Allah korusun! Dilim varmıyor yoksa!.. Yoksa Gülşah’ıma bir şey mi oldu? Lâ havle ve lâ kuvvete!..” okuyarak istemeye istemeye altüst olmuş yatağından kalktı. Abdesthaneye inecekken vazgeçti. Hanın eyvanına çıktı. Mermer korkuluklarının kenarına kollarını dayadı. Dalgın dalgın kızıla boyanmış ufukları seyretti. Etrafta gelişigüzel biten otlara, dikenlere, çalı çırpılara baktı. Han duvarı boyunca uzayan toprak parçası, tamamen kendi hâline terk edilmiş, insan eli değmemişti. Duvar diplerinde gelişigüzel bitmiş incir ağaçları pencerelere kadar yükselmişti. Henüz sabah olmasına rağmen ayakta gözleri yumuluyordu. Gece sık sık kalkmasından olsa gerek istirahat edememiş, uykusunu alamamıştı. Uzun bir sefere çıkacakları bugün, tam dinlenmiş olması lâzım gelirken, sebepsiz bir üzüntü bütün benliğini sarmıştı kıskıvrak. Bir soğukluk ve ölüm sessizliği içinde:
“Demek eski şen ve neşeli günlerimi arıyor azgın nefsim. Bu mübarek vazifeye, tarifsiz bir isyanı mıydı şuuraltımdakiler?” dedi kendi kendine. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.