Gördükleri rüya değil, bir karabasandı mutlaka!..

A -
A +
Bir grup tuğlu, sorguçlu, miğferli muharip tıfıl, itişe kakışa savaşçılık oynuyordu.  
Bursa üzerine toplanan bahar bereketi, koyu kül rengi bulutlardan bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, bir anda her tarafta derecikler, yer yer irili ufaklı gölcükler oluşturdu. Bu acıya, gök de mi gözyaşı döküyordu acaba? Üzerindeki yorganı fırlatarak kalktı. Gerçekmiş gibi acı içinde kalbi duracak gibi “küt! küt!” atıyordu hâlâ. Gördükleri rüya dese rüya değil, altında lime lime olup ezildiği ağır bir karabasandı mutlaka. Aralarındaki farkı çok iyi biliyordu çünkü. Düşte insan serbestti. İstediği gibi hareket edebilir, bir dereceye kadar iradesine hâkim olabilirdi. Hatta çoğu kez mutluluklarla dolar. Ne bileyim kuşlar gibi uçar, kavuşamadığı yerlere, imkânlara sahip olurdu da. Kâbus öyle mi? Kımıldayamaz. Ağzını açamaz. Sesini çıkaramazdı ne yapsa da. İşte o da en ağırından öyle olmuş, bitmeyecekmiş gibi işkence çekmişti. Geceden kalma üzerindeki korku ve endişelerini bir kenara atmaya çalışan Erkara Bey, her sabah yaptığı gibi bugün de Üryan’a uğrayacaktı. Düşünceli olarak evden çıktı. Sağına soluna bakmadan hızlı adımlarla taş merdivenlerden indi, dar aralıktan sokağa geçti. Bir grup tuğlu, sorguçlu, miğferli muharip tıfıl, itişe kakışa savaşçılık oynuyordu. Kılıçlar kalkanlara vurdukça çıkan gürültü, avazı çıktığı kadar bağrışmalar sokağı dolduruyor, inim inim inletiyordu. Geleni gören çocukların oyunu da bağrışmaları da birdenbire kesiliverdi. Yarı fısıltıyla bir şeyler konuşup evlerin aralarına kaçışırken duyduklarına inanamadı Erkara Bey. “Bunlar neler söylüyordu Yâ Rabbel âlemîn?..” diye mırıldarken bir kere daha yıkılmıştı. Gözleri hiddetinden tutuştu. Burun deliklerinden sanki kızıl alevler fışkırıyordu. Çocuklar birer ejderha olup binlerce kulaç yükseklerden üzerine üzerine atılıp saçını başını yoluyor; “Çekil, çık git temiz dünyamızdan. Yeter artık! Bizi ve şirin memleketimizi kirletme…” çığlıkları kulaklarını tırmalıyordu. Elinde olmadan parmaklarıyla yüzünü kapadı. Hâlâ koşar gibi gidiyordu şuursuzca. Kendini arkadaşının evinin bahçesine zor attı. Bu kontrolsüz hareketlerinden dolayı kafasını çalılara sürttü. Bacağını ağaçlardan birine çarptı. Güneş olanca parlaklığıyla etrafını ışıldattığı hâlde, sanki kandilleri sönmüş zifiri bir karanlık içindeydi o. Zulmetin ortasında ateşten birer canavar gibi çocuklar parıldıyor, sözleri mızrak olup sağından solundan uçuşuyordu: “İşte o adam! İşte o! İşte!” bağırmaları birer zehirli kılıç darbesi olup onu öldürüyordu defalarca. Kaynar sular içinde kalmıştı sanki. Şuursuzdu... Sıkılmış bir yumruk gibi sarkan kapı tokmağını tıklattı defalarca. “Bir kötü durum mu var ne?” diyen Üryan, Aşır’a baktı. O da telâşla: “Hayırdır inşallah!” deyip ayağı kalktı. Alışık olmadıkları kapı vurulma sesinden her ikisi de rahatsız olmuş, birlikte çıkmışlardı dışarı. Karşılarında beti benzi solmuş arkadaşlarını görünce meraklandılar oldukça. “Ne var? Ne oldu Erkara Beyim?” “Hiç!” “Yüzün solmuş, gözlerin kızarmış. Belli ki bir felâketle karşı karşıyasın! Yine de ‘hiç’ diyorsun!”  DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.