Yakınında, billur gibi bir su durgun göle dökülüyordu...

A -
A +
Şekilsiz bir dev gibi duran mağaranın önünden kayalara tutunarak indi Gülşah...
 
Elindeki mızrağıyla dağ gibi dikilen bekçinin silüetine daha fazla bakamadı. Ürkütüyordu insanı. “Bre âdem ne susup durursun? Kimsin? İn misin, cin misin, nesin?” “Ne inim ne de cinim, insanoğlu insanım…” diyen Erkara’yı sesinden tanımıştı bekçi. “Hay, Allah iyiliğini versin Erkara Beyim! Beni böyle edepsizce niçin söyletirsin? Baştan deseydin ya!”
Mahalleden çocukluk arkadaşıyla karşılaşması onu biraz rahatlatmıştı şimdilik Üryan. Hâl ve hatır sormalardan sonra herkesin dilindeki hâdiselerden bahsettiler. Bilhassa Çakır Vezir’in evini göstererek oraya gidip gelenleri, zamanını nerelerde geçirdiğini, kimlerle dolaştığını takip edilmesinin sözünü alarak sokağın derinliklerinde kaybolurken Gülşah’ı bulup yuvasına teslim etme şerefine kavuşmak için de dua ediyordu Rabbine…           *** Erkenden şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı Gülşah Hanım. Hava ılık olmasına rağmen üşür gibi oldu. Titreyerek karnını tuttu. Minicik hareketler ona sanki: “Yalnız değilsin…” der gibiydi. Farkında olmadan gerindi. Bacaklarını, kollarını intizamsız olarak birkaç defa uzatıp çekti. Göremediği derinliklerden hırsızın ayak sürütmesi gibi gelen seslere kulak kabarttı. Bunların irili ufaklı su akıntıları olduğunu anlayınca rahatladı. Daha sonraları aynı tekrarlar, söyleyeni olmayan ve hiç bitmeyecek ninniler gibi gelecekti. Kendini toparlayarak mağaranın ağzına kadar ilerledi. Güneşin ilk ışıklarının aydınlattığı, bugüne kadar âdemoğlunun ayak basmadığı bu esrarengiz yer, çeşitli çiçeklerin, ağaçların süslediği güzellikler ülkesi gibiydi. İnce, uzun dallı yaban söğütlerinin alaca gölgeleri mavi bir ayna gibi duran suya düşüyor, ilkbaharın ılık sıcaklığıyla neşelenen kuşlar, insanların birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlıklara inat, bir melodi gibi dur durak bilmeden ahenkli ahenkli ötüşüyorlardı. Yakınında billur gibi bir su, şarıldayarak biraz ilerideki durgun göle dökülüyordu. Başı bulutlara değecek kadar yükseklerden düştüğü belli olan kocaman kayaların ayırdığı ağaçlık, içinde birçok sırları gizlercesine tâ vâdinin sonuna kadar iniyordu.
Kocaman ağzını sonuna kadar açmış, şekilsiz bir dev gibi duran mağaranın önünden kayalara tutunarak indi Gülşah. Ne olur ne olmaz kabilinden dikkatlice davranıyor, işin ilk günlerinde başına ikinci bir felâket açmak istemiyordu. Arkasını emniyete aldığı gri kayaların arasından korkarak başını uzattı. Biraz ileride upuzun bir dağ keçisi cesedi yatıyordu. “Allah! Allah! Benim yemem için mi konmuş acaba?” demeden edemedi. Evet, düşündüğü gibi bunu yemesi için getirmiş olsalar da nasıl yiyecekti ki? Zaten hayat için her şey vardı gördüğü kadarıyla. Fokur fokur kaynayan berrak su, masmavi bir ayna gibi duran göle ince menderesler çizerek, yer yer şelaleler, çağlayanlar oluşturarak akıyordu. Her taraf çiçeğe durmuş yaban meyve ağaçlarıyla doluydu. Sağa sola koşuşan tavşanlar, keklik sürüleri, minik yavruları peşlerinde dağ keçileri ve ceylanlar, o kadar boldu ki… Mecbur kalmadıkça kendi kendine ölmüş veya yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanların etlerine tenezzül etmeyecekti. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.