“Ah” çekmek kolay, acıyı yaşamak ise pek zordu...

A -
A +
Bu büyük şehirde yalnız başına kalmış bir çocuğun çaresizliği yürek yakıyordu...
 
İçten içe kanayan yarasına taş basarak çaresiz hastane bahçesinden çıktı. Başı önde Vatan Caddesi'ni geçti. Hırka-i Şerif Camii'nin önünden diklemesine Karagümrük Stadına, oradan da emanetini bıraktığı parka geldiğinde, soğuğa rağmen ter içinde kalmıştı.
Buğulu gözlerle kimseciklerin olmadığı boş parka baktı dakikalarca. Yaklaşık bir saat önce bıraktığı gibiydi her şey. Onu oraya çeken görünmez bir kuvvet vardı. İstinat duvarlarından içeri girdi ve ağır adımlarla ilerledi. Alnına biriken terlerini sildi...
Sağ elini siper ederek gökyüzüne baktı. Vakit bir hayli ilerlemiş, Güneş yoğun gri bulutların arasından başını uzatıp uzatıp geri çeken yaramaz bir çocuk misali; altın oklarını bir üzerlerine salıyor, bir geri çekiyordu. Şimdi babası olsaydı “kar havası” derdi, diye düşündü… Elinde olmadan yeniden efkârlandı, “bir daha babam olmayacak, yok” mânâsında başını salladı.
Sabah erkenden düştüğü yollarda şuursuzca sağa sola savrulurken yorgunluk tesirini iyice göstermişti. Gazeteye sarılı emaneti uzaktan görünce rahatladı. Nasıl bırakmışsa öyle duruyordu. Kaybettiğini bulmanın sevinci ve heyecanıyla koştu, eğilip açmadan içindekileri kontrol etti. “Duruyor, kimin ne işine yarayacak ki” dedi. Ne yapacağını tam bilmiyordu. Gayriihtiyari, hâlâ tenha olan, kazanın geçtiği caddeye çıktı.
                ***
Şimdi ölmek istemiyordu. Dünyada yapabileceği daha çok iş vardı. Ve hiçbirini de henüz yapamamıştı. Zaman ise su gibi akıp gidiyordu. Sabah ezânlarıyla çıktığı eve dönmeye hiç niyeti yoktu. Dönse; anacığına ne diyecekti ki? Sebeplere yapışıp işin üzerine üzerine gitmenin daha münasip olacağını düşünüyor, doğrusu; pes etmek istemiyordu. Anacığının, konu komşunun anlattığı hastalıkların, kaza, ölüm hadiselerinin çok tesirinde kalıyor, korkuyordu da...
                ***
“İşlerin başladığı, okulların açıldığı haftanın ilk günü, pazartesi… Memurlar dairelerine, işçiler işine, talebeler mekteplerine… Ya ben! Ben nereye gideyim? Ah ah!” derken aslında o çaresizliğine “ah” çekiyordu! “Ah!” Çekmek kolay, acıyı yaşamak ise pek zordu... Zordu çaresizlik vesselâm! Bunu yaşayanlar bilirdi ancak. İç âlemi, ruh dünyası acılarla yanıp kül olanlar bilirdi bir de! Yanmak, pişmek, kavrulmak içten içe ve sessizce olunca tesiri de derince oluyordu ve anlatılamıyordu da...
                ***
Açık, koyu gri bulutların sarıp sarmaladığı bu büyük şehirde yalnız başına kalmış küçük bir çocuğun çaresizliği yürek yakıyordu.
“Benim gibi kaç çocuk var acaba? Bitmek nedir bilmeyen kalabalıkta elbette kimse kimseyi tanımaz. Hiçbir yer, bu kadar değişik sesleri birbirine karıştırarak böyle bir uğultu çıkarmaz” diye iç geçiren Ali, uzaktan bir müddet Ömer’in gittiği mektebi seyretti. Dışı buz kesilse de içi alev alev yanıyordu. Yaşıtları sıcak kaloriferli sınıflarda tahsil görürken o soğukta ayakta kalmaya, ailesini içindeki sıkıntıdan kurtarmaya çalışıyordu. Derdi büyük, kendi küçük bu çocuk ne yapmalıydı? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.