Ne olursa olsun o hedefini şimdiden tespit etmişti...

A -
A +
Numan, edebinden, utandığından, başkaları görmesin diye başını yere eğerdi hep...
 

Fatıma ana; yakmakta olduğu ocağı olduğu gibi bırakıp muhabbetle sarıldı oğulcuğuna.
- Canım! Numan’ım! Çok çok iyi edersin.
- Sahi mi anneciğim? İzin veriyor musun?
- Tabii yavrum. Sen yeter ki oku, ilim öğren. Dualarımız hep seninle.
- Böyle diyeceğini biliyordum!
- Başka ne diyebilirim ki?
- !!!
Öptü anasının elini, o saf temiz heyecanla Numan. Mümkün olsaydı o gün vedalaşıp çıkacaktı evden ama her şey istemekle olmuyordu ki. Hem kime, nereye, nasıl gidecekti?
Aslında bütün aile de okumak istiyordu ama o kadar kolay olmuyordu. Babasının bir gün; “ben de okuyamadım. On üç yaşına girdiğim hâlde hâlâ koyunların, kuzuları peşinden  gidiyordum. Bundan da hiç hoşlanmıyordum...” dediğini hatırladıkça “ben de mi öyle olacağım” korkusuna kapılıyordu Küçük Numan.
Korku ve ümit arasında yürekciği küt küt atıyordu.
Ne olursa olsun o hedefini şimdiden tespit etmişti. Kalbi, ilim öğrenme aşkıyla, muhabbetiyle dolup taşıyor, yanıp tutuşuyordu artık. Zamanın en meşhur âlimlerinden ders almak, kafasındaki suallerin cevabını en doğru şekilde öğrenmek ve büyük bir “âlim” olarak memleketine dönmek istiyordu.
Bu iş; karar vermekle, çok istemekle de alakalı değildi… Birçok sebeplere yapışmak icap ediyordu. Ne hasretlik, ne çileler çekecek, ne gözyaşları akıtacaktı kim bilir?
                          ***
                 KÜÇÜK NUMAN
 
Ne olursa; çocuk deyip geçmemek lazım.
Yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Kendine deme; budur benim alın yazım.
Kim ne ekerse onu biçer, gerçek budur.


Yağan yağmurlardan mı, güneşten mi, yoksa fazla koşmaktan mı ne yanakları al al olmuş ve elâ gözleri büyümüştü küçük Numan’ın. Edebinden, utandığından, başkaları görmesin diye başını yere eğerdi hep. On, on bir yaşlarında, görünüşte çelimsiz ama gülen gözlü, dik burunlu, temiz, güzel yüzlü, oldukça akıllı, hani “çokbilmiş” dedikleri bir oğulcuktu. Durgun anlarda mana yüklü, ateş saçan o iri elâ gözleri, yeni tutuşmuş yangın alevi gibi âdeta parıl parıl parlıyordu. Takkesinin kenarlarından sarkmış kestane rengi kumral saçları, geniş alnının ortasından ikiye ayrılmıştı. Meraklı ve öğrenmek istediği zamanlarda bu saçları ona farklı bir güzellik katıyor, canlılıkla birlikte masumiyet hissi veriyordu. Çocuk simasının sayısız örnekleri arasında, böylesine dikkati çeken, göze batanı, belki de hiç görülmemişti Zülfadl köyünün taze selvi fidanları gibi dik duran gövdesinin üzerindeki hafif yana bükük, ayaklarının ucuna bakan başı ve pek soluk benizli oluşu bu masumiyetini artırıyordu. Babasına; “okumak için yaratılmış” hissi verdiği gibi, bütün ailesinde de aynı duygu hâkimdi. Evdekilerin sevip hürmet ettiği bu seçilmiş çocuk, kardeşlerinden, ana ve babasından asla ayrılmayacak gibi duruyor; hâl ve hareketleriyle de onlarsız edemeyeceği havasını pekiştiriyordu. Bu yüzden olsa gerek baba Ahmet Efendi; onu medreseye vermekte hayli tereddüt yaşayacaktı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.