Söylenilenleri pek ciddiye almasa da kafası karışmıştı

A -
A +
 
 
“Bu köyün halkı duyduklarına bire bin katıp anlatırlar, pek kulak asmamak lazım!”
 
Elmas Nene ne deseydi? Onunki de fazla farklı değildi! Değildi ama elle tutulur bir çaresi de yoktu. Sadece yaş farkının vermiş olduğu tecrübeleri, her biri sahasında mütehassıs büyüklerinden dinledikleri vardı.
Dışarı çıkmak için tahta kapıyı usulca açan Elmas Nine; eşiğin önünde belini tutarak etrafına bakındı bir müddet, sonra gelinine döndü:
- Hadi Allah’a ısmarladık güzel gelinim! Şu Kerim efendilere bir uğrayayım, hanımı ahretliğimdir malumun!
- He ana iyi olur! Ellerinden öperim ezemin...
Nene, kayınvalidesinin peşi sıra muhabbetle bakarken gözü çeperlerin üzerindeki yuvada debelenen bir şeye takıldı. Tam tüylenmiş kuş, ürkek gözlerle etrafını seyrediyordu. Fazla beklemeden bu daha yavru sayılabilecek kuşcağız, bir iki kanat çırpmada süzülmüştü maviliklere doğru. Karşı tayaların üzerine kondu. Bir iki defa kanat çırptı tutunmak için. Onu merakla seyrederken, şişman bir kedi başını uzatıverdi bir başka köşeden, ödü koptu: “Kız Nene yetiş, yavruyu kurtar, bu azman kediden” diyecekti vazgeçti. “O da hayvan o da hayvan” dedi sadece. Seyrettiklerine karşı içinde oluşan fırtınaları da mazur gördü. Onlar bir kusur, kabahat dahi değildi. Sadece kendi kendine “benim kanatlarım yok ki kendimi kuş sanayım. Rabbimin verdiğine binlerce hamd olsun ki yerlerde sürünen bir yılan, çıyan da değilim! Yoksa… yoksa haddimi mi aşıyorum böyle düşünmekle? Bunca yuvayı kurtarma isteği, kanat çırpma çabaları boşuna mıydı dersiniz?” Belli ki Nene’nin derdi dağlar kadar ve daha çok yapacağı işleri vardı.
          ***
Zenginlerin paralarını, kıymetli eşyalarını saklama, bir yere gömme hikâyesini sonuna kadar dinlemiş fakat pek inandırıcı bulmamıştı. İnandırıcı bulmamıştı ama “ya hakikaten bu anlatılanlar yaşanırsa” demeden de kendini alamıyordu Nene. Yalnız değildi ki, etrafında canından daha çok sevdikleri, en kıymetlileri vardı. Hiç şakaya gelir tarafı olamazdı bu işlerin. Kayınvalidesi, zamanında şöyle dememiş miydi? “Bu köyün halkı duydukları, gördükleri şeyleri başkalarına bire bin koyup anlatırlar, pek kulak asmamak lazım a güzel kızım!”
O, söylenilenleri pek ciddiye almasa da kafası onlarla doluydu her daim. Sabahları yürüdüğü yolu takip edip bir arkadaşını aramaya çıktı. Yaz kış demeden şırıl şırıl akan çeşmeyi geçtikten sonra, hemen sağ tarafında; çamur ve taşlardan örülmüş, yaklaşık birkaç adam boyu uzunlukta, en fazla bir öküz arabası yüksekliğinde, yer yer kırılıp dökülmüş, bahçeye girip soğan, sarımsak toplamaya mâni olamayacak, eskiden kalma “duvar” diyebileceğiniz, şimdiyse bir harabeyi hatırlatan yapının yanından geçerken elinde olmadan pek hislendi. “Bu duvarın ilk örüldüğü zamanı gördüm, yapılışından sonra ne sevinmiştik ailece” dedi, yürüdü. Bu hâliyle de istenseydi kullanılabilirdi aslında. Yağmurda, rüzgârda yıkılan, darbe alan kısımlara kurumuş çalılar, kullanılmayan araba tekerlekleri, yani anlayacağınız artık işe yaramayan ne varsa sıkıştırılmıştı. Caydırıcı bir tedbirden ziyade, bahçeye girilmemesini kibar bir dille rica eden köylünün, kendine has aksanıyla söylediği bir cümle gibi öylesine duruyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.