Nene Gelin, kendinden geçmiş, sanki Leyla'ydı

A -
A +
İki gözü iki çeşme ağlıyor ve çocukluk günlerine, çok eskilere dalıyordu…
 
Şu gözümüzün önünde alabildiğine gördüğümüz ne varsa, kendi nev’inde kudreti, büyüklüğü, sağlamlığı, dik durmayı, en yüksek idealleri temsil ettiklerinden olsa gerek pek güzel, oldukça ihtişamlıydı Nene'nin gözünde. Fakat kudretin timsali olarak beliren bu güzelliğin gerçek güzellik ve heyecanı ile hiçbir alakası yoktu. Yoksa biz insanlar mı o yüksek sıfatları yüklüyorduk onlara?
              ***
Nene Kız, Nene Gelin,
Boyun selvi, ince belin.
Soğuk suyla yuma elin,
İncinmesin tek bir telin.      
Erzurum, Hasankale, uçsuz bucaksız ovalar, yaylalar ve Çeperli köyü… Başı karlı, göğsü dumanlı dağlar, masallarda duyulanlara benzer bir his uyandırıyor seyredende. Zümrüt yeşili çamların reçine kokan dalları altında başını eğerek, zirvesi göklere uzanan yalçın kayalıkların arasından geçip tek başına uzun bir dağ yolculuğu yaptıktan sonra kendini birdenbire bulutlar içinde bir köşkte buluveriyorsa insan buranın adı; ismi konmamış Cennetten bir yerdi ona göre. Şehirler, köyler, ovalar, bağlar, bahçeler hepsi ayağının altında ve yükseklerde garip şekilde bir araya toplanmış çeşit çeşit renkte çiçek usareleri sizi karşılıyorsa, böyle havadar yerlerde insan hiç kendinden geçmez miydi?
Nene Gelin de kendinden geçmiş, sanki Leyla'ydı... Hep Mecnun’unu düşünüyordu. Aklı erdiği ilk günler; anacığı hep anlatırdı. Her köylü gibi oğul beklemişler. “Çifte çubuğa sahip çıksın, ocağımızı tüttürsün” düşüncesiyle. Kız olunca da fazla üzülmemişler. Uzun ömürlü olsun, ihtiyarlasın, torun-torba sahibi olsun manasında ismini “NENE” koymuş, her şey “takdir-i ilahi” deyip bağırlarına basmışlar.
Derken Nene Kız büyüyüp serpilmiş. Aklı başında bir ergen oluvermiş. Bele kadar inen lüle lüle saçlar, iri elâ gözler, yavru balaban bakışlar. Ağzı sanki oğul balı, yanakları al kiraz, boyu selvi. Sanırsın bir peri. Yüzü güleç, dili tatlı iyiliklerin meleği gibi. Ama ne çare ki rahatlık yok bu fâni dünyada! Bırakmıyorlar gençliğini, hayatını yaşaması için. Ta dünyanın öbür ucundan kalkmış, geliyorlarmış, yakında da kapıya dayanacaklarmış eli silahlı zorbalar. Desene çekememişler, komşu bildiğimiz içimizdeki gizli düşmanlar... Başlamışlar sinsi sinsi altımızı oymaya... Saman altından su yürütmüşler kimselere sezdirmeden.
Hüseyin Efendi’nin, Zeliha Ana’nın biricik kızı, köylü güzeli Nene Hatun; canından pek sevdiği askerde olan abisinin akıbetini düşünerek bir mâni mırıldanıyor, oturduğu kayanın üzerinden... Sesini kimselere duyuramayacağını pekâlâ biliyor. Gözleri yaşlı, kalbi kırık, sessiz ve derinden...
Güğümün ağzı haşhaş...
Ağzı Kur’ânlı kardaş.
El kaldır duâ edek,
Kavuşak bacı kardaş...
Deyip ah çekiyor, iki gözü iki çeşme ağlıyor... Kendi kendine söyleyip çocukluk günlerine, çok eskilere dalıyor…
Kalede taş olayım,
Gözüne yaş olayım,
Kardaş yemek yer iken,
Sofranda aş olayım... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.