Herkes kandillerini söndürmüş, kopacak fırtınaya hazırlanıyordu

A -
A +
Ruslar, Ermeniler farkında olmasınlar diye mi ne, şehir derin bir uykuda gibiydi!
 
Ahmed Muhtar Paşa’nın, Rus generali Melikof’a vereceği cevabı zaten hazırdı. Dadaşların bu ziyareti; hislerinde yanılmadığını gösterdi. Kesin bir kararlılıkla “şehri teslim etmeyeceklerini, kanlarının son damlasına kadar müdafaaya hazır olduklarını, kolaysa ve de kendilerinden eminseler, gelip almalarını” söyleyerek elçiyi geri gönderdi.
Bu girişiminde istediği neticeyi alamayan General Melikof, sinsi plânlarını tatbik etmeye başladı.
Hava sisli, oldukça kasvetliydi. Aralıksız yağan kar, neredeyse diz boyunu aşmıştı. Düşman istilası, kış, soğukların iyice bastırmış olması; şartları zorlaştırdıkça zorlaştırmıştı. Ancak bir hakikat daha vardı; Erzurum'un dadaşları, menfi şartlara aldırmadan, düşmana karşı birer îmân abidesi gibi dimdik duruyordu.
Günlerdir konuşulanlardan dolayı halk, şu veya bu şekilde her şeye hazırlıklıydı. Evlerinde kalacaklar bile belliydi; çocuklar, genç kızlar, gelinler, dedeler ve nineler ile bir de uzun yol yorgunluğu içinde olan muhacirlerdi. Evleri bekleyeceklerdi ama olanların hepsi de birer duâ ordusu kahramanı gibi tam teslimiyet, içinde vazifelerini yapacaklardı.
O gece, bir şeylerin olabileceği hissiyatıyla hareket ediliyordu. Herkes yatsı ezanlarını müteakiben namazlarını kılmış, kandilleri söndürmüş, kopacak fırtınaya hazırlanıyordu. Ruslar, Ermeniler farkında olmasınlar diye mi ne, şehir derin bir uykuya geçmiş gibi sessiz ve sakin görünüyordu. Oysa fırtına öncesi sükûnet hâkimdi şehre.
Hani derlerdi ya; "sû uyur, düşman uyumaz!” diye… Bu sefer kim uyuyor, kim uyanık şafak sökmeden anlaşılacaktı! Bir gün anacığı Nene’ye dönüp:
- Kızım dikkatli ve uyanık olmak lazım! Büyüklerimiz derdi ki: “Su uyur, düşman uyumaz!”
- Su da nasıl uyurmuş ana?
- Bak işte cevabını verdin! Yani uyuması imkânsız olan su bile ihtimal ki uyur ama düşman asla… Ona göre tedbiri elden bırakmamak lazımdır kızım!
Tam bu konuşmaların üzerine  Mehmet Abdullah eri de gelmiş, söze karışmıştı. Ona sorduklarında bu ecdat sözünün "ne demek olduğunu" pek farklı cevaplamıştı o zaman.
- Bak Nene’m; Selçuklu ecdadımız zamanında askerlerimize “sû” denirmiş!
- Su gibi, cepheden cepheye aktıkları için mi acaba?
- Olabilir! Orasını tam bilemem de askerimizle alakalı bir isim. O zaman askerlerin başında bulunanlara da “subaşı” denirdi.
- Asker başı, komutan manasında mı?
- Evet! Aslında şimdi de öyle.
- Nasıl?
- Askerimizin komutanlarına “subay” denmiyor mu? Aynı mânâda yine… Şöyle anlamak daha doğru olabilir gibime geliyor.
- Yani…
- Bir düşünelim Nene’m: Durmadan akan ve düz bir ovada sanki duruyormuş gibi görünen suya “uyuyor” denilebilir belki. Fakat sesi çıkmayan, kıpırdamayan düşmana; “uyuyor" denilemez! Düşman düşmandır, nerede, ne zaman, ne yapacağı hiç bilinmez!
- Kelimelere, cümlelere mânâ içinde mana yükleniyor.
- Ecdat büyük; sözleri de, işleri de… deyip ne güzel gülüşmüşlerdi. Hey gidi günler hey! DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.