Başları dik, göğüsleri önde iftiharla yürüyorlardı...

A -
A +
Öyle bir belayı def etmişlerdi ki Erzurumlular; ne kışı, ne aç kalmayı düşünüyorlardı...
 
           SEVİNÇ GÖZYAŞLARI
Bu mevsim, kâh rüzgârlı kâh fırtınalı ve pek soğuk olduğu ağaçların ayarsızca soyunup insanların ise itinayla giyindiği bir mevsimdi. Palandöken’den gelen kar dolu rüzgâr, sokak aralarını dolduruyor, taşıdığı kömür kokusu genizlerde hafif bir yanıklık hissi bırakıyordu. Burada mevsimin ne olduğunu anlamak için yeryüzüne bakmaya lüzum yoktu, havasını koklamak bile kâfiydi.
Öyle bir belayı def etmişlerdi ki Erzurumlular; ne karı, ne kışı, ne aç kalmayı, açıkta kalmayı düşünüyorlardı. Başları dik, göğüsleri önde iftiharla yürüyorlardı. Dünkü karamsarlık yerini, yokluk içinde huzura terk etmişti.
Nene, vınlayarak esen rüzgârdan korunmak için elini siper ederek gökyüzüne baktı, çivit mavisi nihayetsiz kubbede asılı nardan bir küre gibi duran güneş, bütün hüzmelerini üzerine gönderiyordu lakin yazdan kalan o sıcaklıktan eser yoktu. Bir göğe, bir yere baktığında mavi ve beyazdan mada bir şey görünmüyordu. “Mavi, beyaz” dedi tebessüm etti.
Nene, kayınvalide, ana, evlat birlikte eş dost, akrabalarına geçmiş olsun ziyaretlerine başlamışlardı bile. Birbirlerine sarılanlar, ağlayanların haddi hesabı yoktu. Tabii ki dökülen yaşların çoğu sevinç gözyaşlarıydı.
Yine öyle hazırlanıp dışarı çıkmışlardı ki bir de ne görsünler; sokağın öbür ucunda tam teçhizatlı, çelik gibi bir Osmanlı askeri… Bunları görünce de koşarak gelip önlerine dikilmez mi? Önce ürperseler de, kısa bir şaşkınlıktan sonra gelenin; evin direği, mahdumları olduğunu anladı, muhabbetle birbirlerine sarıldılar. İhtiyarların o sevinçli hâlini görmeye değerdi.
Nene, bir şey demeden “işte meyvemiz” der gibi usulca Nazım’ını kucağına verdi, Mehmet Abdullah’ın. O da yavrucağını aldı öptü öptü, kokladı, hasretle; “Elhamdülillah! Ya Rabbim çok şükür!” diyebildi sadece…
Eğer beni senden soran olursa,
Diyesin; ay idi, dolandı, gitti.
Sığdırıp dünyanın gamın göğsüne,
Derdin deryasına bulandı gitti.
 
İnsaf eyledi baht yazan yine,
Düştü talihine toy hazan yine,
Kimdir bu uykunu hep bozan yine,
Urus’un peşine ahlandı, gitti.
 
Neler çektiğini bilen olmadı,
Alıp gam yükünü bölen olmadı,
Gittiler cepheye, dönen olmadı,
Son defa geriye bakındı, gitti.
Mütevâzı haneleri şenlenmişti bugün. İhtiyarların elleri ayakları titriyordu, zar zor toparlandılar. Zeliha Ana kendine kuvvet toplayacakmış gibi öne eğilip gözlerini kısarak, Mehmet Abdullah’ına bakmaya çalışırken, düşecek gibi sarsıldı, yanındaki Nene, kollarına girerek destekledi, oturttu.
Sohbet bitecek gibi değildi. Sefere çıkabileceklerini, yollarının uzun ve zahmetli olduğunu söyleyen Mehmet Abdullah, Aziziye Tabyalarından daha beter can pazarı görmediğini de anlattı. Oradakiler, bir de asker gözüyle dinlemiş oldular muharebeleri. Tecrübesiz olmasına rağmen cesaret ve kuvvetiyle umulmadık muvaffakiyetler göstermiş, komutanlarının takdirini, cümle Ümmet-i Muhammed’in de duâsını almakla şereflenmişti. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.