Erzurum, dadaş ve Nene Hatun ayrılmaz üçlüydü hiç şüphesiz...

A -
A +
Bütün sevdikleri, abâ-i ecdatı ve gönlünün sultanı buradaydı her şeyden önce...   Harp biteli seneler olmuştu. Ak pak, selvi endâmlı gazi gelin, Nene Hatun, muvaffak ve muzaffer olmanın huzuru ve saadetiyle dolu, oldukça da mesuttu. Erzurum’un başı dumanlı karlı dağlarından çivit mavisi semâlarını seyrediyordu her sabah ve akşam. Gün doğumunun ufukta bıraktığı kızıl, sarı iz, rûhunu heyecanlara sürüklüyor, saadetle sarıp sarmalıyordu. Yeşilin en koyusundan en açığına, bütün tonlarını süsleyen sarı, mavi, beyaz, al renkleriyle bezeli ovasını, kırını, bayırını geziyor tozuyor, envaitürlü kuş seslerini dinleyerek, çiçek usarelerini derin derin teneffüs ediyor, ciğerlerini bu mis gibi havayla dolduruyordu, doya doya. Öz vatanında hür olmak ne güzeldi... Erzurum; hayatının mana kazandığı yerdi. Erzurum, dadaş, Nene Hatun ayrılmaz üçlüydü hiç şüphesiz... Bütün sevdikleri, abâ-i ecdatı ve gönlünün sultanı buradaydı her şeyden önce. Kanı vardı toprağında. O Erzurumsuz, Erzurum da onsuz edemez olmuştu. Dudaklarında hamd ve şükür duâları, gözünün önünde yeşilden okyanus Erzurum ovası; sanki yalancı Cennet, uzadıkça uzuyor, genişledikçe genişliyor, büyüdükçe de büyüyordu… Gül yüzlü, sümbül sözlü Hatun, o mütevâzı gazi kahraman, açıyor gönül penceresini, muhabbetle dalıyordu, mahmur ela gözleri; seyretmeye doyamıyordu hiç… Açıyor kalbini, ruhunu menekşelere, sümbüllere, karanfillere, tütiyelere, lâlelere, güllere. Gül deyince hep aklına Sevgili Peygamberimiz geliyordu, elinde olmadan, gayr-i ihtiyari salat ve selâm getiriyordu Efendimize, aleyhisselâm… Binbir derde deva, birbirinden enfes kır kokuları, râyihâları yayılıyordu dört bir yana. Böyle bir memleket hiç sevilmez miydi? O, “sevmek” ne kelime, âşıktı buralara ve her şeyine; havasına, suyuna, karına, soğuğuna, bilhassa mert, imanlı insanına… Evinin önünden bütün Erzurum’u, ovasını seyretmeyi pek severdi. Namazını kılıp yine dışarı çıkmıştı. Vakit seher vakti… Çile, mücadele, azim, gayret dolu çehresinde; ömre bedel bir hoşluk, sarsılmaz bir imân, bitmez bir tebessüm vardı artık. “Elhamdülillah, şükürler olsun Rabbim” ifadeleriyle hayranlık ve hayretlik makamına tebessüm eder, dururdu kahraman Nene Hatun: “Biz öyle bir milletiz ki özümüzde, rûhumuzda bitmeyen bir kara sevdâ gibi duran vatan aşkı var. Bu toprakların bağrında doğup tertemiz kokusu ile yoğrularak büyüyen nice yiğitler var. O çelik endamlı, sırım gibi yiğitleri büyüten, kalbi îmân dolu ve dili duâlı, elleri kınalı analar var. Bir dağ misâli dimdik duran, evlâdını büyütürken 'ben sana haram lokma yedirmedim oğul, vatanına, milletine, dinine, îmânına, bayrağına, nâmusuna sâhip çık. Ebedî istirahatgâhına, vatanına, şerefine gözlerini diken hâine fırsat verme’ diye öğütleyen babalar var, bu milletin özünde. Doksanüç Harbi; târihimizde yaşanmış bu hadise; bu milletin analarının, bacılarının yiğitliğini, babaların ve evlatlarının asâletini en güzel şekilde anlatmıyor mu?” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.