Gözyaşlarını sır gibi saklamış içine akıtmıştı sadece...

A -
A +
Tam dini bütün bir Müslüman ve özbeöz Türk evladıydı Nene Hatun.   Eminkurbi Mahallesi, Kına Sokak, Otuzbeş numaralı, ikinci katı çıkma, kafesli kadîm bir Erzurum hânesinde neler görüp geçirmemişti ki Nene? Ata yâdigârı evini; anacığından, kayınvalidesinden miras halılar, kilimler, çeçimler, sedirler ve minderleri ile döşemiş… Bizzat göz nuru döktüğü oyalar, danteller, işlemelerle süslemiş ve bezemişti. Osmanlı ruhunun nakış nakış işlendiği bu mütevâzı evde Kur’ân-ı kerîm okumakla, ev işleri yapmakla, canı gibi sevdiği evlatlarını yetiştirmekle ve en mühimi ise; seneler geçtiği hâlde sevdası artarak devam eden  Mehmet Abdullah erine hizmet etmekle; bir o yana, bir bu yana geçer giderdi ömür. Ömür dediğin de neydi ki? Bir günün, bilmem kaç defa tekrarlamasından ibaret bir hayat… Vah bunu heba edene! Çocukları koşturur, karataş döşeli dar sokaklarında. Güngörmüş, geçirmiş, çok badireler atlatmış bir ananın, Nene Hanım'ın göz bebekleri evlatları: Nazım’ı, Yusuf’u, Abdurrahman’ı, Musa’sı, Asime’si, Nevriye’si… Dokuz niyetlenmişlerdi ama Rabbim altı tane vermişti. Her şey O’ndandı. “Ne gelirse başımızın, gözümüzün üzere” deyip hâllerine hamd etmişlerdi. Ya hiç olmasaydı, ya hastalıklı olsalardı, ya esir… Tövbe tövbe, bu seneler öncesi, şuuraltına yerleşmiş kelime de nereden aklına gelmişti? O, gidip de geri gelmeyesice günleri, bu millet bir daha yaşamasın inşaallah! “Buna da şükr” der, belki bin defa, belki yüz bin defa! Ağzı duâlı hep hamd ederdi, her fırsatta. Onları vatana, millete, dine, devlete en iyi şekilde hizmet etsin diye yetiştirmiş, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı ya… Gerisi kolaydı… Vazifesini tam yapmanın gönül huzuru içinde, kalbî rahatlığı vardı. Yavruları için yemezler yedirirler, giymezler giydirirler ama asla harama tevessül ettirmezlerdi. Dosdoğru adam gibi adam yetiştirmişlerdi elhamdülillah… Seneler sonra binbir çileyle dünyaya getirdikleri yavrularını el bebek gül bebek büyütmüşlerdi. Vatanın hizmetine tevdi edip seve seve, ellerine kına yakarak göndermişlerdi. İkisinin Çanakkale’den şehid haberi gelince dudaklarından tek bir kelime dökülmüştü: “Elhamdülillah…” Ağlamamıştı da… Gözyaşlarını bir sır gibi saklamış içine akıtmıştı sadece. “Gazi Ana, Nene Hatun ağlıyor, yufka yürekliymiş be” denmesini istememişti belki de. Yoksa evlat, ciğerparesi acısı, kolay kapanacak bir yara değildi. Bu dört duvar, asra dayanan seneler içinde nelere şahit olmamıştı ki? Ah! Bir dile gelseydi de tek tek sayıp sıralasaydı! Yine iyi dayanmıştı. “Rabbim kuvvet veriyor! Yoksa bu kadın hâlimle ne mecalim olurdu ki?” derdi. Tam dini bütün bir Müslüman ve özbeöz Türk evladıydı Nene Hatun. Selçuklu devrinden beri Hasankale, Erzurum çevresinde hayat sürdürmüş ataları. Babası Hüseyin Ağa, onun babası, yani dedesi ise Hasankale yakınlarında Ermenilerin kurşunuyla şehit düşen bir yiğit dadaştı. Pehlivandır sülâlesi. Ceddinden hatırı sayılır; meydanları düşmana dar eden, bileği bükülmez nice delikanlılar çıkmıştı. Büyük dedesi öyle bir yiğitti ki, karakucak meydan güreşlerinde ser pehlivanlara, baş güreşçilere taş çıkartırdı. DEVAMI YARIN    
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.