"Öğretmenim, bu arkadaşımız okulumuza ilk defa geliyor..."

A -
A +
"Ooo! Neredeyse üç haftadır derslerden uzaksın Ali. Niçin şimdiye kadar gelmedin?"
 
 
Yeni kayıt talebe olduğunu anlayınca da Ali'yi hemen müdüre çıkardılar.
- Öğretmenim, bu arkadaşımız okulumuza ilk defa geliyor.
- Tamam çocuklar, siz yerinize geçin. Hoş geldin evladım, adın ne?
- Hoş bulduk hocam. Adım Ali Günebakan.
- Ver bakayım evraklarını.
- Buyurun efendim.
- İstiklâl Mahallesi, Millî Egemenlik Cad. No: 19, 34285 Arnavutköy/İstanbul. Ooo! Neredeyse üç haftadır derslerden uzaksın Ali. Niçin şimdiye kadar gelmedin?
- Efendim bir hafta yolculuğumuz ve eve yerleşmemiz sürdü. Hemen hastalandım. Daha dün biraz gözlerimi açabildim.
- Hava değişikliği insanı çarpar Ali. Gelir gelmez kaydını yaptırmışlar, 4 D sınıfı. Nuri öğretmende okuyacaksın. Gel benimle… deyip koridora bakan kapının önüne çıktılar. Tam o sırada öğretmenler odasından güle söyleye çıkanları gören müdür, seslendi:
- Nuri Bey!
- Efendim Müdür Bey.
- Kaçak geldi, deyip Ali’yi işaret etti.
Ali, sıkıla büzüle öğretmeninin yanına giderken heyecanla birlikte sevinç doluydu ve gülümsüyordu. En zor şartlarda bile tebessüm etmesini becerebiliyordu. Herkes hakkında hep güzel şeyler düşünüyor, elinden geldiğince iyi evlat, başarılı talebe, faydalı insan olmaya çalışıyordu. İstiyordu ki kaçılan biri değil aranan olup dualarla hatırlansın. Babası bir gün demişti ki; “Dünyada üç çeşit insan var oğul; biri hava, su gibi, onlarsız hayat olmaz. İkincileri ilaç gibidirler, onlara da hasta olunca yani işin düşünce müracaat edilir, hastalık geçince de bırakılır. Bir grup insanlar da mikrop gibidir; Allah muhafaza, onlar istemesen de gelir sana bulaşır. Hava gibi, su gibi olmak lazım…”
Onun için de hava, su gibi faydalı olmaya gayret ediyordu. Böyle olmakla birçoklarına da örnek olacaktı belki. Belki onların hayatlarını da şekillendirip mutlu olmalarını sağlayacaktı. O, kendi çapında yapabileceklerini yapmaya kararlıydı. Şimdi söz geçiremediği bedeninin de içinden çıkıp koca bir hikâyesi oluşuyordu; inanca, muhabbete, umuda ve tam manasıyla "var olmaya” benzeyen bir hikâye…
Nuri Bey, talebesini evladı gibi gören bir öğretmendi. Sınıfa adım attığı an bütün öğrenciler, cinsiyet fark etmeksizin onun şefkat kanatları altında olurdu. Öyle hisseder ve öyle de muamele ederdi hep.
Ali’nin gelişine mi, safiyane duruşuna mı ne gülümsedi. Başını okşadı şefkatle, bu küçük köylü çocuğun. Elindeki kâğıdı aldı, hemen göz gezdirdi, “hım tamam sınıfta konuşuruz" dedi, bir talebesine seslendi. Belli ki sınıf başkanıydı.
- Çağrı! Evladım, bu yeni arkadaşınız Ali… İkişerli oturan sıralardan birine yerleştir. Hadi çabuk ol. Yoklamayı yap, birazdan geliyorum.
- Peki öğretmenim.
Ali, okula adım atar atmaz ilkin nöbetçi talebelerle karşılaşmış, onlar müdüre, o okuyacağı öğretmenine, şimdi de sınıf başkanına havale edilmişti. Bu bir iş yapma sırasıydı. Direkt sınıfa gelseydi olmaz mıydı? Elbette olurdu da bu sefer sondan başa doğru yaşayacaktı aynı şeyleri. DEVAMI YARIN
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.