“Maksadının delisi olmayan, hedefine ulaşamaz oğlum...”

A -
A +
Ali'nin bütün düşüncesi annesine ve kardeşlerine yiyebilecekleri bir şey götürmekti.    Büyükler hep derdi ki; "Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz…" Evet, bir vakitler zihni, kalbi bu fikirlerle doluydu. Ya şimdi? Şimdi hiçbir şey bilmiyordu… Çok duyulmuş bir restoranın önüne park eden pahalı otomobilden inen kızlara acıkmış gözlerle bakan bir delikanlı gördü. Baktıkça kaybolduğu bu uçurum, manzarayı seyreden genci içine çekiyor; "Bunların aynısına sahip olmazsam gözüme uyku girmez” diyor, başka bir şey demiyordu. Onlara kolayca sahip olmanın hayalini ömrüyle ödeyenleri bilmiyordu. Göçlerin ve sığınmanın ortaya çıkarttığı çelişkiler yumağından kalan en çarpıcı tabloydu bu gördükleri. İki farklı ve birbirinden zıt dünya bir aradaydı burada. Kara ile akın, yukarı ile aşağının, doğuyla batının, dev ile cücenin, zalimle mazlumun, zenginle fakirin zıtlığı gibi…         *** Güneş batmadan ne yapacaksa yapmalıydı, sonrasında hem kendisi korkardı, hem de anacığı… İki korku, bu aileye fazla gelirdi. İyice düşündü, taşındı Ali. İlk dışarı çıktığında babası ne demişti? “Canım oğlum, şu karşıdaki fırıncı var ya ne yaptıysan seni çok sevmiş, hakkında güzel şeyler söyledi, takdir etti. Anlata anlata bitiremedi. Anlayacağın hareketlerini pek beğenmiş. Benim de göğsüm kabardı. Hiç tereddüt etmeden ‘o benim canım, büyük mahdumum’ dedim. Şimdiki nesil bu kelimeyi duyunca ‘mahdum da ne demek?’ diye soracağını bildiğim için izah edeyim: Kısaca ‘oğul’ demek. Eskiler, ‘oğlum’ demeyi nezaketsizlik sayardı. Onlar öyle yetişmişti evlat.” Bütün düşüncesi annesine ve kardeşlerine yiyebilecekleri bir şey götürmekti. Babası kim bilir ne zaman gelecekti? Gelse de öyle eli dolu olacak mıydı? Adam yan gelip yatmıyordu ki. Dönüp dolaşıyor, her şey bu ana mesele etrafında toplanıyordu. Bir gün babası; “Maksadının delisi olmayan, hedefine ulaşamaz” dememiş miydi? “Akşam olmadan” deyip yürüdü Ali. Güneşin şiddeti gittikçe alınmakta, gölgeler daha uzamaktaydı. Havanın rengi de sarıdan turuncuya doğru değişiyordu. Evler, ağaçlar öylesine hareketsiz duruyor, gölgeleriyse sanki bir el yordamıyla lastik gibi çekildikçe çekiliyor, uzadıkça da uzuyordu. Ali, fırına âdeta santim santim, yaklaşıyordu. Ümidinin bitmesini istemiyor, eli boş geri dönmeyi aklına bile getirmiyordu. İşten çıkanlarla cadde yeniden caddeliğine, sokaklar, sokaklığına geri dönüyordu. Önünden geçtiği vitrinin camındaki kendi görüntüsü, hiç de sevimli değildi. Sabah, sınıfa girdiğinde çocukların gülüşmelerini şimdi daha iyi anladı. “Bu hâlime, ben de olsaydım gülerdim” dediğinde nefis ekmek kokuları genzini yakmaya çoktan başlamıştı bile. Akşam güneşinin bakır rengi hüzmelerinin nazlı nazlı salınımı, kapının iki yanına, nöbetçi gibi dikilen çınarın yaprakları arasından pembe çiçeklere, oradan da kaldırıma kadar süzülüyor, yerde ışık oyunları oluşturuyordu. Son bir defa daha derin nefes aldı Ali; yaslandığı ağacın dallarında hâlâ kızgın güneşin kalıntıları asılıydı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.