Birbirlerinin yüzüne buruk bir tebessümle baktılar sadece...

A -
A +
Hatice’sini kucağına aldı. O çocuksu bakışı, yüzündeki masum ifade yürek yakıyordu...   Bulunduğu ruh hâlinin ağırlığını kaldıramadığını sanıyordu Şükriye... Ne zamandır konuşulan özlemi, çekilen hasreti, duyulan acıları kusmuştu. Belki de bütün dertlerini, tasalarını bu küçücük odada bırakmak istiyordu da söyleyemiyordu o gece. Geç saatlerde babacığı çıkıp geldi yanına. Hâlâ bir eli çocukların üzerindeydi. Biraz başını kaldırıp baktığında yaşlı babacığı da ağlıyordu. Adam ne yapsın “dur” dese, kime laf anlatacaktı? Anlatsa; ee sonrası? Şükriye’nin eli ayağı titriyordu. Biraz daha döküldü gözyaşları, tutamıyordu kendini… Tecrübeli insanların hâli başkaydı. Erinin büyük şehre göç kararına yorum yapılmadı, üzerine hiç gidilmedi. Şükriye Hanım, biraz sakinleşince en küçük evladı Hatice’sini kucağına aldı. O çocuksu bakışı, yüzündeki masum ifade yürek yakıyordu. İşte o ağlamasın da kim ağlasındı; gözünün önünde, birkaç küçücük çocuk… Hemen uyudu ana sıcaklığını hisseder etmez kollarında… Kimse kimseye herhangi bir şey diyemiyordu. Anne, uyumayan evlatlarına, çocuklar sebebini tam anlamasalar da analarının ağlamasına baktı, hem ağladı ve hem de güldü ve hiç konuşmadılar o gece. Birbirlerinin yüzüne buruk bir tebessümle baktılar sadece. Yalancı dünyaya konup göçenler,Ne söylerler ne bir haber verirler.Üzerinde türlü otlar bitenler,Ne söylerler ne bir haber verirler.   Kiminin başında biter ağaçlar,Kiminin başında sararır otlar.Kimi masum kimi güzel yiğitler,Ne söylerler ne bir haber verirler.   Toprağa gark olmuş nazik tenleriSöylemeden kalmış tatlı dilleriGelin duadan unutman bunlarıNe söylerler ne bir haber verirler   Yunus der ki gör takdirin işleriDökülmüştür kirpikleri kaşlarıBaşları ucunda hece taşlarıNe söylerler ne bir haber verirler           *** Oldukça karmaşık hislerin çarpıştığı insanın iç âleminde; biraz insaflı düşününce farklı şeyler görmek de mümkündü. “İç âlem karışık da dış âlemimiz çok mu sade?” diye söylendi Şükriye. Her gözyaşı yağmurundan sonra seyrettiği hayat tablosunda çözemediği problemler olabildiği gibi birçok detay da göze çarpmaktaydı. Köklerini derinlere salmış ve yaşadığı onca afetin bir türlü yok edip silemediği, evin hemen yanı başındaki bahçede çiçek yüklü dallarını, bir el gibi sallayan ağaçlar; lisan-ı hâl ile âdeta şöyle seslenmekteydi ona ve belki de bütün insanlığa: “Uzaklardan sımsıcak gülümseyerek göz kırpan güneşi görüyor musun? O, ‘şu bu’ demeden ve hiçbir ayırım yapmadan herkesi ısıtıyor, sarıp sarmalıyor. İşte bak onun sayesinde çiçek açıyoruz, yarın meyveye duracak, nefis lezzetler olarak önünüze geleceğiz. Bu açık pembe çiçekler baharın habercisi. Huzur ve saadetin tablosunu görmek mi istiyorsun? O hâlde bana bak, şu uçsuz bucaksız tabiata bak ve yaşadığın karamsarlıkları unut, ona buna heveslenmeyi bırak, hatta hepten bırak ve de unut. Dallarımı kıran, gövdemde yaralar açan insanın hoyratlığına inat; Allahü teâlânın sana cömertçe ihsan ettiği nimetlere bak ve onları al kullan, hâline şükret, huzurla yaşa. Unutma ki dünyayla düz yaşamayacaksın. Sonra derin bir soluk al ve açıl sonsuzluğa…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.