Baharla birlikte uyanan hayat, gittikçe daha bir canlanıyordu

A -
A +
Ali'nin, mektep zamanına kadar, fırıncının daimî müşterilerinin simitlerini dağıtması lazımdı.
 
Şükriye'nin yeni düşüncesi; küçücük bir çocuğun, garibi olduğu bir yerde, bir şeyler satmaya çıkmasıydı. Acaba döven, söven olursa bu yavru ne yapardı? Keşke gücü yetseydi de birlikte dolaşsaydı. Bunu ne babası, ne de Ali kabul ederdi zaten. Hiç olmazsa uzaktan onu takip edebilseydi. Tedirgin adımlarla iki eli göğsü üzerinde kapıdan dışarı çıktı. Önce fırından tarafa baktı, sonra sokaklara… Bu kalabalığın içinde Ali’sini görmesi mümkün değildi. “Onu Allah’a emanet ettim…” dedi, tekrar içeri girdi. Acaba kafası dışarılarda, cesedi içeride olan başka biri var mıydı Şükriye’den maada?
Gönül gurbet ele çıkma!
Ya gelinir ya gelinmez.
Her dilbere meyil verme,
Ya sevilir ya sevilmez.
 
Yöğrüktür bizim atımız,
Yardan atlattı zatımız.
Gurbet ilde kıymatımız,
Ya bilinir ya bilinmez.
             ***   
Baharla birlikte uyanan hayat, gittikçe daha bir canlanıyordu. Bütün çevre yeşilin tonlarıyla sisli, serin havanın, parlak güneşin altında iyice fışkırarak renklenmişti. Ağaçları sarıp sarmalayan pembe, beyaz çiçekler, yeni kovanından çıkmış arıların hücumuna uğramış gibiydi. Ilık meltemler, serin rüzgârlara, hafiften çiseleyen yağmurlar, bütün şehri sil baştan yıkayıp temizleyen sağanaklara dönüşüyor, nebatata kan, canlara can katıyordu. Cıvıldaşarak uçuşan kuşlar, serçeler, her tarafa neşe saçıyordu.
Parkları, sokakları ve hatta kırlık sahaları bir baştan bir başa neşeye boğan çocuklar, “artık buralar benim” deyip koşup oynuyordu.
Rüzgâr yüzünü yalayarak esince, Ali gayriihtiyari tebessüm etti. Böyle bir bahar sabahı güneş; çivit mavisi semada altın bir tepsi gibi ince tel tel hüzmelerini cömertçe saçıyor, bütün Arnavutköy ve civarını ılık, kızıl bir ışıkla ışıtıyordu.
Annesi, babası, Ali’ye pek itimat ediyor, güveniyordu, o da onları mahcup etmemek için elinden geleni yapıyordu.
Mektep zamanına kadar, fırıncının daimî müşterilerinin simitlerini dağıtması lazımdı. Hiç tereddüt etmeden koştu. Sabahın müjdeli serinliği, bir de peşini bırakmayan nereden takılmışsa sevimli itiyle koştukça koştu. O duruyor o da “zınk” diye olduğu yerde kalıyordu. Ona bir isim bulmalıydı. Düşündü, köydeki köpek isimlerini; “Zalim” çok ağır bu masuma yakışmaz, “Karabaş” başında da karası hiç yoktu... En güzeli “Yetiş olsun” dedi. Hemen “Yetiş” deyince yetişsin “Evet evet hoş bir isim buldum. Bak senin ismin bundan sonra Yetiş. Tamam mı? Anlaştık mı?” Küçük ak tüylü köpekçik sanki onu anlamış gibi “mız mız” sesler çıkardı. Birlikte ilk dükkânın simitlerini, hemen yanı başındaki kahveninkileri, büfeye uğradı, ihtiyar Mehmed Amcanın elini öpmek istedi, müsaade etmedi ama bu hareketi çok hoşuna gitti.
-A evladım buraların çocuklarına benzemiyorsun, nerelisin?
- Erzurum efendim.
- Belli belli güzel memleketin güzel çocukları olur elbette.
- Bundan sonra sabah erkenden simitlerinizi ben getireceğim efendim.
- İsmin ne?
- Ali.
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.