Türkçe

A -
A +
Russo'ya göre insanın konuşamaması lâzımmış... İnsanın ve kâinatın yaratılma ve eşref-i mahlukata konuşabilme melekesinin bu Yaratıcı tarafından verildiğine iman edilmezse neticede varılacak durak böyle bir çıkmaz olur. Beşeriyetin dilimlere ayrılarak dilimin ayrı konuşması şekline sahip olması da muhakkak ki birçok hikmetlere bağlı. İnsan şayet kelimeye tasarruf kudretinde olmasaydı kim bilir bu âlemin çehresi nasıl olacaktı? İşaretler ve birtakım garip seslerle, hırıltılarla anlaşan fertlerden oluşan cemiyet... Bu cemiyet nereye varabilirdi? Hakiki mağara devri o zaman olurdu işte... Hani insanın bidayetini semavi kitapların bildirdikleri gibi Âdem Peygamber'e değil de deniz hayvanlarına vs. bağlayanlar var ya, işte onların ileri sürdükleri mağara ve taş devirleri gerçekten o zaman yaşanırdı. Kelime bu kadar mühim. Kelime ki muhabbet ve nefretimizin zarfıdır. Kelime ki tüy kadar hafif olanları vardır. Yıldırım gibi çarpıcı olanları. İnsan, akla, zekâya, göze hafızaya nefrete ve sevgiye sahip olmasına mukabiI kelimeyi kullanma kudretinden mahrum olsaydı herhâlde çatlardı... Bir mimari eserdeki şiiriyeti düşünelim. Mesela Sultanahmet Meydanı'ndaki Alman Çeşmesi’ni… Bu çeşmenin sütunlarından birkaçını kırar veya kubbesini kaldırırsak ve hatta bu kırdığımız sütunların yerine yenisini eski kubbenin yerine de daha güzelini koyacağımız iddia ve gayretinde olsak bile ortada ne kalır? Aynı ahenk, zevk, zarafet ve üstünlük muhafaza edilebilir mi? Her lisanda olduğu gibi Türkçede de kelime dilin sütunudur, kapısıdır, kubbesidir. Bir eserin tarihi olduğu gibi kelimenin de tarihi vardır... Lisanda her kelimenin bir memuriyeti mevcuttur. Yarım asırdır elde balyoz bir eşkıya sürüsü sütunlar devirip duruyor... Her kelime ile bir eser çökertiliyor. Ortada Türkçe namına ne kaldı? Kaç tane üniversite mezunumuz doğru dürüst Türkçe konuşabiliyor; hatta kaç ilim adamı devletin yüksek memuru Türkçeye hâkim; kaç tane yazar hakiki Türkçe ile yazabiliyor? Bugün ismini telaffuz edemeyen nesiller, mektup yazamayan liseliler vardır... Dil kavgası Ziya Gökalp’ten beri sürüyor. Öyle ki, bazı fikir adamlarının dağarcığındaki tek malzeme lisan meselesi. Üç yazılarından biri de dil üzerine. Üstelik bir yazılarında tenkid ettiklerini öteki yazılarında kendileri de kullanıyorlar. Her meselede olduğu gibi Türkçe meselesi de bir dünya görüşüne bağlanmazsa yapılan boş bir kalıpçılıktan ibaret kalır. Bazı yazarların sadece şekilde kalıp özden habersiz olmaları muhtevaya bağlı diğer bir kısım -orta ve genç nesilden- düşünce, sanat, edebiyat mensuplarımızda aksülamellere sebep oldu... İkinciler birincilerin tersine bir dünya görüşüne bağlıyorlar; ancak ifade kalıpları bozuktu. Biçimde kalmayalım, mühim olan özdür. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Bunlarla oyalanacak vaktimiz yok gibi düşünceler de bu çeşit sanatkârlarımızın tezlerindendi. Bu tezler ne kadar ilk planda haklı görünme istidadına malikse de sanatı bir emek büyük mücadele işi kabul eden sanatkâr nefesine sahip büyük mimarlar için bu böyle değildir. Aslolan şu ki, terazinin her iki kefesi de bozulmasın; öz ve kalıp birbirine zıt bulunmasın. Osmanlıca adlı Türkçemiz bir imparatorluk lisanıydı. İhtiyaçlar dili zenginleştirir sanatkâr güzelleştirir. Bugünkü Türkçe ise ancak bir aşiret dili seviyesinde. Türkçe cevheri örselenmeden yeniden inşa ve tamire muhtaçtır. Bunu hem söz hem çerçeve kaygısındaki namuslu kalemler gerçekleştireceklerdir. Onlar bir dili veya bir dünyayı kanatları yakuttan gagaları çelikten pençeleriyle akbaba sürüsünden kurtaracaklardır. ..... Bu yazı, 20 Mart 1978 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmıştır.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.