O günlerden bu günlere...

A -
A +

Hacı adaylarını yolcu etmek için toplanmıştık. Çocukluk arkadaşımla burun buruna geldik. Yıllar var ki birbirimizi görmüyorduk. "Ne var ne yok?" derken, "Çoban Mustafa vefat etti. İki gün önce defnettik" deyiverdi. Yüz yaşını devirmişti Çoban Mustafa amca. Yıllar bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden... Delibayır'da sürüsünü otlatırken, Havut denilen yerdeki tarlasında ekin biçerken geldi gözlerimin önüne. Köyde kimsesi yoktu. Eşi ölmüş, on yaşlarında bir kızı ile dul kalmıştı. Artık bırakmıştı çobanlığı ama herkes ona Çoban Mustafa derdi yine de. Doğu Harekatı'na katılmıştı. Ardından Erzincan'daki zelzele felaketinde de ölmemiş, 2. Dünya Savaşı yıllarına gelmişti. Zaten memlekette kıtlık vardı. Kelimenin tam anlamıyla kıtlık. Üstüne üstlük, Ramazan'a girilmişti. Temmuz ayının o dehşetli sıcağında, neredeyse aç acına oruca başlayan köylü, bir de o sıcakta ekinleri dermek zorundaydı. Köye 4 km. mesafede, ne su ne de ağaç bulunan çorak bir yerdi "Havut" denilen yer. Babamla göz göze gelmişti Çoban Mustafa. Bu işe bir çıkış yolu arıyorlardı... Bir yanda açlık, bir yanda oruç; bir yanda ekinlerin derilmesi. Can mı dayanırdı buna? Uzaklık bir yanda, kuraklık bir yanda. Üstelik oranın sıcağı insanı cayır cayır yakar... Rahmetlikler sahurdan itibaren yola çıkıyorlar. Biz de gün ağarırken arkalarından gidiyorduk. Babam, kıl çuldan bir tane bize, bir tane de tarlasının başına Çoban Mustafa için kurmuştu. Ancak iki metrekarelik gölgesi vardı. Çoban Mustafa abdest suyu için götürdüğü su kabağını çadırın bir direğine asmıştı. Diğer direğine de orak köreldikçe bilemek için, eğe, bileği gibi malzemeyi asmıştı. Eşeğini de tarlanın üst tarafındaki boz yere bağlamıştı. Kaba kuşluk olunca, güneş iyice yakıp da insan su kaybına uğrayıp sersemleşince, o kıldan çadırın altına kendini zor atıyordu. Biraz dinlenince yeniden iş başına. Çoban Mustafa tek başınaydı. Babam arada bir onu da merak ediyor, ortada gözükmeyince, "Etrafta yılan çıyan vardır. Çadırın altında uyuyup kalır da, sonra zarar gelir" diyerek, arada bir sesleniyor, karşıdan cevap gelince de işimize devam ediyorduk. Bir ara Çoban Mustafa'dan cevap alamadı babam. Durumdan şüphelenmiş olacak ki bana seslendi: -Oğlum hele git bak bakalım. Ne yapıyor Çoban Mustafa? Koşarak gittiğimde Çoban Mustafa, çadırın kenarında yüzü koyun yerde uzanmış yatıyordu. Birkaç defa seslenmeme rağmen cevap alamayınca telaşlandım. Babama seslendim. Babam orağı bir yana fırlatıp koşarak yanımıza geldi. Mustafa amcayı kucaklayıp gölgeye çekti. Bir yandan da bana emirler yağdırıyordu: -Çabuk su kabağını getir, çabuk!.. Su kabağından kafasına su dökmeye elini yüzünü yumaya başlamıştı babam. O su yetmeyince, "Koş bizim suyu da getir" dedi. Onu da göğsüne ellerine falan dökmeye başladı. Yavaş yavaş Mustafa amca kendine gelmeye başlamıştı. Gözlerini biraz aralayınca babam ağzına doğru su götürdü. O anda Mustafa amcanın dudakları aralandı fısıltı halinde: -Orucum, dedi ve yeniden kapandı gözleri. Mümkün değil su içmiyordu. Babamla birlikte zar zor eşeğe bindirdik. Bir tarafında ben bir tarafında babam, nerdeyse cansız haldeki Mustafa amcayı eve kadar getirdik. O hâlâ oruçtu. İşte böyle bir garipti Çoban Mustafa. Şimdiki yaşadıklarımızla o zamanı kıyasladığımda, ne kadar bolluk içinde olduğumuzu izah etmeye kelimeler bulamıyorum. O günlerden bu günlere geldi bu millet. O inançla, o azimle o kararlılıkla. İnşallah daha nice mutlu yarınlara...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.