Oynarken hayatı öğrenirdik

A -
A +
“Aynı toprağın çocuklarıydık, aynı havayı teneffüs ettik, aynı sudan içtik. Bizim çocukluğumuz başkaydı...”
 
 
Köylük yerlerdeki çocukluk, anlatılmaz yaşanır… Tabiatla, tabii olanla koyun koyuna bir çocukluk… Toprağa karışmak, samanı koklamak, tozunu ciğerlerine çekmek…
Arkadaşının teri ile ıslanmak, pekmez tatmak, yıldızları elini uzatsa tutacak gibi görmek… Eşekten düşmek, kuzularla güreş etmek, toprağın üstünde uyumak, ayrana ekmek doğramak. En önemlisi oyuncaklarını kendisi yapmak…
Eğlenirken eğitilmek hem de fark etmeden, tepki göstermeden… Şimdiki çocuklar ve oyunları… Sanal dünyada, sanal kahramanlarla… Tabiattan, tabii olandan uzak… Kan, öldürmek, yaşatmamak üzere kurulmuş, paylaşmayı unutturmuş, ‘ben’ merkezli oyunlar. Birbirini tanımayan, sanal kişilerin birbirlerini görmeden tanımadan oynadığı oyunlar…
Ya bizim çocukluk günlerimizin oyunları? Hangisini sayayım?
Asker Kaçağı: Gece oynanır, iki grup olurdu. Oyun sahası bütün köydü. Bir grup kaçar, diğeri bulmaya çalışırdı.
Çelik Çomak: En zevk aldığımız ama bir o kadar da tehlikeli oyundu. Çelik (iki ucuna özel şekil verilmiş çubuk), sopayla sektirilir ve atabildiğince uzağı atılırdı. Ama bu arada yüzü-gözü korumak gerekirdi...
Güvercin Takla: Dört kişinin kurduğu bariyerden takla atarak geçme oyunuydu, geçemeyen bariyere dâhil olurdu...
Kaydırak: Toprağa çizilen kareler veya daireler içinde kaydırak denilen düz taşı sektirerek oynanırdı...
Mendil Kapmaca: Ebenin elindeki mendil, bitiş çizgisinden gelen iki kişi tarafından öncelikle kapmaya çalışılırdı...
Saklambaç: Bir kişi ebe olur, diğerleri saklanırdı. Elbiseleri değiştirirdik, ebeyi şaşırtmak için, eğer yanış ismi sobelerse ‘çömlek patladı’ derdik...
Tabii bütün bu oyunlarda kendi oyuncağımızı kendimiz yapar, bu oyuncaklarla nice efsaneler dolu dünyalar inşa ederdik.
Tahta ve lastik kullanarak tüfek yapardık, mermisi de tahtadan olurdu. Bu silahla nice ülkeleri fetheder, ağzından ateş saçan canavarları öldürür, padişahı kızını kurtarır, damat olurduk. 
Dört tekerlekli, binilebilen, yük taşıyan arabalarımızı kendimiz imal ederdik. Ayçiçeği kafasından ve kabaktan arabalarımız vardı, tozlu yollarda iz bırakarak sürerdik. 
Söğüt dalından yapılmış düdüklerimiz, el emeği, göz nurumuz ok ve yaylarımız, tahtadan yapılmış kılıçlarımız vardı. Aynı toprağın çocuklarıydık, aynı havayı teneffüs ettik, aynı sudan içtik. Bizim çocukluğumuz başkaydı… Hayatı oynarken öğrenirdik…

           Rumuz: “Hoca”-İstanbul

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.