HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ YÜZ YIL

A -
A +

Tam yüz yıl evvel, 3 Mart 1924 itibarıyla Türk tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. İslam tarihinin en eski müesseselerinden halifelik kaldırıldı. Tarihin en uzun ömürlü hanedanlarından Osmanlılar vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürüldü.

 

Bu, eli bastonlu yaşlısından beşikteki bebeğe kadar hepsi için yeni ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı oldu. Çoğu emperyalistlerin hâkimiyeti altındaki dünya Müslümanları da daha derin bir parçalanmışlığın içine itildi...

 

İngiliz’in dediği oldu

 

1922’de saltanatı kaldıran Ankara, diplomatik avantajından dolayı halifeliği muhafaza taraftarıydı. Baştakilerin bütün beyanatları bunu göstermektedir. Dünya Müslümanları, halifeyi kurtarma iddiasındaki Ankara hareketine para akıtmış, İş Bankası bile bu paralarla kurulmuştu.

 

Ama dünya çapında Müslüman beldelerini elinde tutan İngiltere böyle düşünmüyordu. Öteden beri hilafeti kaldırmak, hiç değilse Türklerin elinden almak için siyasi faaliyetler gösterdi. Lozan Müzakereleri zabıtlarından anlaşılıyor ki, İngiltere, hilafetin ve şer’î hukukun kaldırılması sözünü alarak sulha razı oldu.

 

Bu baskıya boyun eğen Ankara, amme efkârını ikna etmeye çalıştı. Seyyid Bey adında medrese çıkışlı bir milletvekili halifeliğin İslâmî bir müessese olmadığını iddia eden bir konuşma yaptı. Gazeteler halife ve halifelik aleyhinde alabildiğine neşriyata başladı.

 

Tam bu sırada İngiltere’nin adamı olduğunda şüphe bulunmayan İsmailî mezhebinin imamı Ağa Han, sanki Sünnî halifeyi metbu tanıyormuş gibi, Ankara’ya mektup yazdı ve halifenin siyasî gücünün arttırılmasını istedi. Mektup İstanbul gazetelerinde neşredildi. Ankara bu bahaneyi kullanarak halifeliği kaldırdı. İngiltere de Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Muahedesi’ni ancak bundan sonra tasdik etti.

 

HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ YÜZ YIL

 

Kapı dışarı

 

Hilafetin ilgasıyla beraber Şer’iyye Vekâleti de kaldırılarak, din, devletten uzaklaştırıldı. Meclis, halkın serbest reyiyle seçilmiş değildi. Milletvekillerinin, “Ölülerini de atalım!” ve “Kadınları kızları paylaşalım!” haykırışları esnasında çıkarılan kanun metni de anayasaya aykırı idi. Hukuk mantığı ve dilinden mahrum alelacele hazırlanmıştı. Sonradan Yargıtay bunu hukuka aykırı bulsa da Meclis tatbikinde direndi. Ama ihtilalcilerin öyle ince eleyip sık dokumaya vakti olmaz.

 

Bu da yetmedi, 3 Mart 1924 tarihli kanunla Osmanlı hanedanına mensup 156 kişi vatandaşlıktan ihraç olunarak 3 gün içinde apar topar hudut harici edildi. Kanuna dâhil olmadıkları hâlde, ebeveynleri veya çocukları ile sürgüne gitmek zorunda kalanlarla bu sayı 200’ü buldu.

 

Efendilerinden ayrılamayan emektarlar da sayılırsa, sürgünlerin sayısı yüzlercedir. Bunların transit olarak bile ülkeden geçmesi yasaklandı. Mallarını 1 yıl içinde tasfiye etmeleri, aksi takdirde hazineye kalacağı bildirildi.

 

Teneke çalanlar

 

Sultan Vahîdeddin zaten daha evvel sürgüne çıkmıştı. Halife Abdülmecid Efendi ve ailesi, daha kanun ilan bile edilmeden 24 saat içinde sınır dışı edildi. Halkın tezahüratından korkulduğu için, Sirkeci’den değil, Çatalca’dan trene bindirildi.

 

İstasyonun Yahudi müdürü, Halife’ye vatanında hürmet gösteren son şahsiyet oldu. Halife trene binerken, “Ölsem, mezarımda kemiklerin milletime dua edecektir” dedi.

 

Hanedanın çoğuna, kanunun verdiği bir haftalık müddet bile tanınmadı. Türk-İslâm geleneğinde kadınlar hükümdar olamadığı hâlde, hanedana mensup hanımlar, hatta bunların çocukları, damat ve gelinler bile sürgün edildi.

 

Avrupa monarşilerinde, darbe ile devrilen hiçbir hanedan böyle bir muamele görmedi. Yalnızca hükümdar sürgüne çıktı. Az bir zaman sonra da hanedan malları iade edildi. Bir tek Rusya’da çar ve çocukları katledildi. Onun sebebi de antikomünist Beyaz Ordu’nun çarı kurtarmaya ramak kalmış olması idi. Ruslar, Türkler gibi hükümdarlarının arkasından teneke çalmadı; senelerce Bolşeviklerle mücadele etti. Dillerini konuşmaktan dinlerini öğrenmekten mahrum kılınan Osmanlılar ise ölmekten beter edildi.

 

Yağma!

 

Osmanlıların hepsine tek gidiş pasaportu verilmişti. Müslüman memleketlere, mesela Mısır’a gitmelerine burayı işgal altında tutan İngilizler izin vermedi. Suriye’ye yerleşmelerine de sınıra yakın olduğu için Ankara mâni oldu. Bu sebeple bazısı Beyrut’a, bazısı da Avrupa’ya yerleşti. Sadece Fransa siyasetle uğraşmamak kaydıyla hanedana izin verdi.

 

Daha çıkmadan sarayları polis nezaretinde yağma edildi. Bazısı evlerini ve evlerindeki antika eşyaları, kıymetli sanat eseri hatıraları yok pahasına satabildi. Bazısı güvendikleri birine vekâlet verdi. Bu vekillerin çoğu, müvekkillerine hıyanet edip, malların üzerine oturdu.

 

Geri kalan mallara da hükûmet el koydu; dedelerinden gelen miras haklarını da iptal etti. Böylece dünyada benzerine az rastlanmış bir zulüm, Osman Gazi evlatlarına reva görüldü. Oğuz Han neslinden ve tarihin en eski hanedanlarından Osmanlı hanedanı böylece siyaset sahnesinden çekilmiş oldu.

 

 

 

HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ YÜZ YIL

 

Hayal kırıklığı

 

Milletin kendilerini sevdiğini düşünen hanedan, başına gelenlere inanamadı. Kendilerini sokakta bulunca da sürgünün muvakkat olduğuna inandılar. Çoğu yanlarına fazla eşya almamış, birkaç aya döneceklerini ummuşlardı. Ama sürgün hanımlar için 30, erkekler için 50 sene sürdü.

 

Hepsi sürgünde vatansız, pasaportsuz yaşadı. Şehzadeler, askerlik tahsil etmişlerdi. Sürgünde bir işe yaramıyordu. Yaşlı başlı sultanların çalışması zaten mümkün değildi. Memlekette iken eli açık yaşamaya alışmış; servetlerini hayır hasenata harcayan; bankalarda paraları, yanlarında nakitleri olmayan bu insanların çoğu, sürgünde tarifsiz sıkıntılar çekti.

 

Her aileye verilen 1000 lira yol parası ve bir aylık maişetlerine ancak yetti. Mücevherlerini yok pahasına sattıktan sonra sefalete düştüler. Otellerde bulaşıkçılık yapanlar; dilenenler; akşamları çöplerden yiyecek toplayanlar; bulunduğu memleketteki eski Osmanlı Ermenilerinin yardımıyla yaşayanlar; nihayet açlıktan ölenler az değildir.

 

 

 

HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ YÜZ YIL

 

Peşinde sivil polis

 

Haydarabad Nizamı Osman Cah, Mısırlı Prens Ömer Tosun, Hicaz Meliki Şerif Hüseyin gibi Müslüman asilzâdeler, bu düşkün hanedana maddî yardım yapmayla çalıştılar. Ama ailenin dağılmış olması sebebiyle, bu yardımlar herkese ulaşamadı. Ulaşsa da sadra şifa olmadı. İngiltere, hanedana yapılan yardımları belli bir limite tabi tutardı.

 

Ankara, hanedanı sürgünde de adım adım izledi. Buna mukabil Fransa, kralları François’yı kurtaran Kanuni Sultan Süleyman’ın torunlarına, hüsnü kabul gösterip pasaport verdi.

 

Vatan hasreti ve gadre uğramanın acısına, parasızlık, mahrumiyet ve hastalıklar eklendi. Ölünce de sıkıntılar bitmiyordu. Kimsesizler mezarlığına düşenler şanslı idi. Mezarı kaybolan, denize atılanlar vardır. Ama hepsi asalet ve şereflerine uygun yaşamaya çalışmıştır. Kendilerine bu haksızlığı reva görenlere çok kırılmış; ama memleket aleyhine de çalışmamışlardır.

 

1952 yılında Adnan Menderes hükûmeti tarafından hanedanın hanımlarına; 1973 yılında çıkarılan umumi af ile de şehzadelere memlekete dönme izni verildi. Bunun için saray terbiyesini bilenlerin hepsinin ölmesi beklenmişti. Rejim hâlâ bu çaresiz insanlardan korkuyordu. Nitekim çok azı dönebildi. Gençler, sürgündeki yurtlarında bir düzen kurmuştu. Dönebilenler de hemen vatandaşlığa alınmadı. Arkalarına da birer sivil polis takıldı.

 

 

 

HİLAFETSİZ VE HANEDANSIZ YÜZ YIL

 

“Siz isterseniz, halifeliği bile geri getirirsiniz”

 

İslâm dünyasında büyük infialle karşılanan bu hâdise üzerine, Mısır Meliki Fuad ve Mekke Şerifi Hüseyin halifeliği ihya etmek istediyse de gerek Türkiye’nin reaksiyonu gerekse İngiltere’nin engellemeleri sebebiyle bir şey elde edilemedi. Dünya Müslümanları tarafından birkaç defa toplanan Hilâfet Şûrası’nda da netice çıkmadı.

 

1955’te merkez yoklamasına reaksiyon olarak 19 vilâyette ara seçimleri kaybeden DP grubunda milletvekilleri hükûmeti sıkıştırdı. Adnan Menderes grubun Meclis’teki gücünü ima ederek “Siz isterseniz halifeliği bile geri getirirsiniz” mealindeki tarihî sözünü söyleyerek ortalığı yumuşatmıştı.

 

Bu söze, sonraki yıllarda çeşitli kesimlerce farklı manalar yüklendi. Hatta Atatürk’ün son günlerinde bu yolda hazırladığı ve Ziraat Bankası’nda saklı bir vasiyeti olduğu, Menderes’in bunu gördüğü için böyle konuştuğu söylendi.

 

Kanun maddesi şöyledir: “Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet, hükûmet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, hilâfet makamı mülgâdır.” Mademki hilafet Meclis’in manevî şahsiyetinde mündemiçtir, o hâlde Meclis isterse halifeliği geri getirmeye de salâhiyetlidir. Halbuki kanunun mânâsı, devleti hükûmet idare eder; halifeye lüzum yoktur demektir.

 

1924, henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslâm devleti olduğu bir yıldır. Halife, İslâm devletinin reisidir; papa veya patrik gibi ruhanî lider değildir. Klasik ifadeye göre; “Bir elinde kılıç, diğerinde Kur’ân-ı kerim tutar…” Ahkâm-ı İslâmiye’yi Hazret-i Peygamber’e vekâleten yerine getirir.

 

Son zamanlarda, global güçlerin, vaktiyle kendilerinin ortaya çıkarttığı radikal İslamcı tedhişine mâni olmak adına, hilafet gibi cihanşümul bir makamı ihya etmek projesini yürüttüğü anlaşılmaktadır. 1999’da Bill Clinton, Türkiye ziyaretinde yaptığı bir konuşmada İslâm dünyasının bir halifesinin olmamasının getirdiği mahzurlar üzerinde durmuştu.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Kıymet Gürbüzbüol 1 Mart 2024 00:08

Çok teşekkür ederiz efendim bu doğru bilgileri bizlere naklettiginiz için Rabbim sizlerden razı olsun inşallah