"İstikametimi yani doğruluk üzere olmayı şiar edindim"

A -
A +

Kişinin kendi kusurunu noksanlığını, eksikliğini bilmesi gibi de irfan; yani İlahi sır ve hakikatleri kavrama ve anlama kabiliyeti yoktu. 

 

 

 

Kendi kendime “Almanya gibi bir Hristiyan devlette doğup büyüyen biri İslâmiyet ile tanışıp dört elle sarılmaya muvaffak oluyor da ben niçin olmayayım?” dedim, gayret gösterdim. Bu işte rol modelim Doktor Nefise Hanım oldu.

 

Kişinin kendi kusurunu noksanlığını, eksikliğini bilmesi gibi de irfan; yani İlahi sır ve hakikatleri kavrama ve anlama kabiliyeti yoktu. Zira; oldukça bilinen hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, şöyle buyurmuşlar: “Nefsini bilen Rabb’ini bilir…” Bu hadis-i şerifin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı biliyordu. Nefsimin ayıplarını, kusurlarını gördükçe kendimden utandım, mazimden nefret ettim. İstikametimi yani doğruluk üzere olmayı şiar edindim; çünkü en büyük kerametin, istikamet üzere dosdoğru olmak olduğunu çok yakinen öğrenmiştim.

 

Nice küçük amelin, niyetle büyük amel olduğunu, nice büyük amelin de, niyetle küçüldüğünü öğrenmiş, hayatımı ona göre tanzim etmiştim. İlmin öncesi niyet,  sonra anlamak, daha sonra tatbik edip yapmak, bilahare muhafaza, en sonra da yaymak olduğunu pekâlâ biliyordum. Kim ilmi arıyorsa Rabbim kolaylık ihsan ediyor ve öğreniyor. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkuyor. Günahtan korkan ondan kaçıyor. Ondan kaçansa kıyamette hesaptan kurtuluyor. Hesaptan yüzü ak çıkıp kurtulan da ebedî saadete kavuşuyordu. Bu hakikati bile bile yanlış yapmak biz fâniler için imkânsız gibiydi.

 

Din kardeşinin bir ihtiyacını görmenin, bir sene nafile ibadet etmekten daha mühim olduğunu öğrenen Doktor Nefise, babasından kalan serveti eş, dost, hısım, akrabalarıyla paylaşmakta zerre kadar tereddüt etmemiş, ömrünü insanların beden ve ruh sağlığına kavuşmalarına adamıştı. Bizler de ona destek olmaktan büyük bir haz alıyorduk. Ama nefis denen bir canavar taşıdığımızın da farkındaydık.

 

Nefsinin yaratılmış olduğunu, aslında “lâ şey” yani yok olduğunu, Allahü tâlânın yüce iradesi önünde aciz, kusurlu ve noksan olduğunu bilen, kudret ve kuvvetine boyun eğer, bu boyun eğiş, secde ediş kalpten olursa bu hakikate yükselişin adı nefsini bilmek ve Rabb’ini bilmektir ki, insanın yaratılışının asıl gayesi; Rabb’ini bilmek ve ona kulluk şuuruna ermektir. Biz, mademki kuluz, kusurluyuz, mükemmel olamayız. Yaratılmış olmamız bunun en büyük deliliydi.

 

Yani, kul her ne kadar yükselirse yükselsin neticede kuldur. Kulluğumuzu kabul etmemiz lazım baştan. Bizler onun ilminden ancak dilediği kadarını öğrenebiliyoruz. Oysa, O'nun ilmine son, nihayet yok... Bu yüzden Hak yolunda, “bilmediğini bilmek…” irfanın başı sayılmış...

 

Allahü teâlânın isim ve sıfatlarını çok iyi bilmemiz lazım. Zati sıfatlarından “TEKVİN” sadece Allahü teâlâya mahsus bir sıfattır. İnsan, bir sivrisinek karşısında bile acze düşer. Bazen, küçücük bir virüs karşısında bütün müdafaa sistemimiz çökebiliyor. Öyleyse, haddimizi asla aşmamalıyız.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.