Gözleri karardı! Bu gelen Yıldırım Han mıydı?..

A -
A +
Adamlarına işaret verip, bulunduğu yükseklikten kös kös inmeye başladı.
 
Bekleyenlerin göstermiş olduğu hürmet ve ifadelerden, namaza gelenlerin kim olduklarını tanımaya çalışıyor, bu hususta pürdikkat kesiliyordu Aziz Kripto. Arayıp da bulamayacağı bir fırsatı yakalamıştı.
Gözü, yırtık kahverengi çuha elbiseli, kırmızı kuşaklı, uzun boylu, kara kuru dilenci yoldaşın arkasına isabet eden blok taş döşemeli geniş sokağa takıldı. Çeşitli yaştan insanların saygıyla çevrelediği kocaman yeşil kavuklu hâki cübbeli bir zât vakarla kendine doğru geliyordu. Gözleri karardı. “Yoksa bu gelen Yıldırım Han mıydı?” Etrafındakiler de ayağa kalkmış, saygıyla bekleşiyordu. Şaşırmıştı. Ne yapması lazımdı? İmdadına birinci tüccar yetişti. Omuzuna usulca dokunup ayağa kaldırdı. Hâlâ etrafını tam göremiyordu. Başını çevirip güneşe baktı. Hayır… Tutulmamıştı!.. Pırıl pırıl parlıyordu işte! Fakat niçin böyle, bütün insanların çehreleri sararmış, tunç rengine çalmıştı?
Kalabalık sokağın solundaki yaşlı çınarı dönerek mabedin ihtişamlı taç kapısına yöneldi. İki tarafından sümüklü böcek boynuzları gibi yükselen incecik kısa direkçiklere birer Osmanlı bayrağı çekilmişti. Kapı kenarları üzerindeki yeni yaldızlanmış mübarek yazılar, usta sanatkârların elinden çıkmıştı. Heykel ve putların yasak olmasından mı ne? Hüsnü hat ve nebatat süslemelerinde üzerlerine yoktu. Grubun son üyesi de kapıdan girince, elinde olmadan “oh” çekti. İlk gün huyunu, suyunu tam bilemediği, yakından tanıyamadığı zatlarla karşılaşmak istemiyordu. Ne olur, ne olmazdı!..
Hemen aklına câmiye girmek geldi. Adamlarına işaret verip, bulunduğu yükseklikten kös kös inmeye başladı. Onu gören diğer cemaat de yürüdü. Etrafında önceki kalabalıktan daha fazlası vardı. İsteseydi de bu tabloyu oluşturamazdı. Kulağına gelen konuşmalardan, kendini heyecanlandıran zatın Emir Sultan olduğunu anladı. Aynı kafilede Arap Molla, Süleyman Çelebi gibi Osmanlı’nın mühim şahsiyetlerinin isimleri de geçiyordu. Ah bunlardan birini elde edebilseydi. Yağdan kıl çeker gibi hallederdi bütün işlerini. Kafasındaki binbir duygu ve düşüncelerle sevmediği ve hiçbir zaman da sevemeyeceği bir mabede giriyordu.
Erkara, pos bıyıklarını bükerek Seyyid Molla İbrahim Efendi’nin peşinden bir müddet baktı. “Câmi çıkışında yine burada karşılarım” dedi içinden. Hemen yan sokağa girdi. Üstü başı yırtık, pırtık, kirli başörtülü bir kızcağıza gözleri takıldı. Yüzünü, gözünü sineklerin sardığı bu biçareye aldırmadan yürüdü. Köşeyi dönerken Doğan Bey’le göğüs göğüse geldi. Konuşmadan herkes yoluna devam etti.
Erkara, delilik yapıp hır çıkaracak vaziyette değildi. İsteseydi Doğan denilen o baş belasını hançeriyle delik deşik edebilirdi! Her yerde karşısına çıkmazsa olmazdı. Ama ona dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceği günler yakındı. O Emir Sultanı çok sevdiğinden bu da isteyerek, bilerek sevmek istememişti. Sırf muhalefet olsun diye Seyyid Molla İbrahim’e katılmıştı. Tam aradığı adamdı. Ye, eğlen. Vur patlasın çal oynasınlı bir başka âlim var mıydı bu dünyada? Aradığını fazlasıyla bulmuştu burada. Kendisi gibi dünya ehli olduğunu anlayınca da sadık elemanı oldu… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.