Boşa koyuyor dolmuyor doluya koyuyor almıyordu

A -
A +
İç fırtınalarına karışan, koridordaki gülüşmeleri bastıran poyraz; daha da şiddetlendi.
 
 
İhtiyar adam, gözleri tavana çakılı aynı şekilde o kaza anını, insanları ve ismini bilmediği o çocuğu hayal etti. Yanından tek ayrılmayan oydu. Başkası olamazdı, “evet evet! O velet almış omalı…” Tabii ki, beni buraya getiren, elbet cüzdanımı da getirir… diye düşünüyordu…
              ***
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordu Hasan Dede. Sadece kendi kendine söyleniyordu: “Dünyada gelmez! Mümkün değil! Bu havada hiç yola çıkılır mı? Çıksa da vasıta bulabilir mi? Neyse... Yürüyecek hâli de yok ya! Edirnekapı nere, Vatan Caddesi nere?” diyerek camdan dışarı baktı. Şiddetli rüzgâr ve kar karışımı yağmur yani sulu sepken derler ya o türden bir yağmur başlamış ve aralıksız devam ediyordu.
              ***
Hastane çalışanları kendi aralarında; “fazla sürmez çabuk diner, değil mi?” diye konuşup gülüşüyorlardı. Boş barajları düşünenler, su sıkıntısı çekenler yağışın uzamasını, öyle bir derdi olmayanlar da bir an evvel bitmesini bekliyor, bu arada havadan-sudan sohbet ediyorlardı.
Tam kapının karşısındaki koridorda hemşire, sağlık memurları ve hattâ doktorlar kendi âlemlerindeyken, Hasan Dede ise yattığı hasta odasından duyduklarına gülümsemekle yetinip aklı, fikri “Mutlaka o çocuk! Beni buraya getiren o yürek, inşallah mahçup etmeyecek, yanıltmayacak!…” diyor başka bir şey demiyordu. Son cümleleri fısıldarken sargılı elini zorlamadan yeniden ceketinin ceplerine sokup sokup çıkardı. Yüreği hop hop çarpmaya devam ediyordu. Çünkü kıymetli olduğuna pek inandığı evrakları, notları ve hatırı sayılır kartları, nakit parası da vardı ve üstelik meçhul bir misafir bekliyordu. İçindeki ses:
“Mümkün değil, o bilmez, bilse de bilmezlikten gelir. Sen bu kadar yaşına, tecrübene rağmen İstanbul’un karmaşık yapısını, her renk, tip, fikir ve ahlâktan, ne olduğu belli olmayan insanını daha tanımadıysan yazıklar olsun Hasan Efendi!” diyordu.
Yatağın içinde dayanabildiği kadar dirseklerine dayandı, çenesini ellerine aldı. Çaresizlik, her düşündüğü şeyin boşa çıkması, diğer bir ifadeyle her çaldığı kapıdan eli boş dönmesi onu tedirgin etmişti. Yaralarını neredeyse unutmuştu. Mal canın yongasıydı. Boşa koyuyor dolmuyor, doluya koyuyor almıyordu.
“İnsanları tanımasına tanıdım da, ne bileyim, işime gelmeyen ters şeyleri de düşünmek istemem! Neme lâzım!…” diyerek kendikendine söylenirken, kimselerin görmesini de mühimsemiyordu.
“Koca Hasan Efendi, anlaşılan umduğumdan da fazla temkinlisin. Seneler sana bunu kazandırmış olmalı!”
İç fırtınalarına karışan, koridordaki gırgır-şamata, gülüşme ve şakalaşmaları bastıran poyraz; daha da şiddetlendi. Çer çöp, muhtelif kâğıtları saçıp savuruyor, hafif olanlarını, bulunduğu odanın camlarına, yandaki iş yerlerinin, evlerin çatılarına fırlatıyordu.
Mesaisi bitmiş personel, dışarı çıkmak için son gayretlerini sarf ediyor, güvenlik elemanları kapılara birikmiş arkadaşlarını yerlerine geçmeye, panik yapmamaya iknaya çalışıyorlardı. İkazlara pek aldıran yoktu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.