"Zulümler yanlarına kalmayacak intikamını alacağım abi!.."

A -
A +
Hiç konuşamadı o gün, sadece ağladı, ağladı! İçindeki onca kalabalığa rağmen yalnızmış meğer…
 
Nene, yeşil, kadife minderlerden birinin üzerinde, gözlerinden birbiri ardı sıra yuvarlanan inci misali yaşların arasından yatağında upuzun uzanmış asker Hasan abisine bakıyordu. Oturduğu yerdeki hasırların sarı, donuk renkleri ruhunu sıkıyor, evin badanasız duvarlarını gözden saklayan, rengârenk motiflerle bezeli kilimlerden etrafa; soğuk, nem karışımı, toprak kokusu yayılıyordu.
Saklandım, karanlık, ıssız bir köşeye.
Ağlarken sesim sana gelmesin diye.
Gözlerin kapattın, hiç acımadın, niye?
Bembeyazlar içinde döndün periye.
Hiç konuşamadı o gün, sadece ağladı, ağladı! İçindeki onca kalabalığa rağmen yalnızmış meğer…
“Meğer ne çokmuşsun bende Hasan abim! Sen gittiğini sandın değil mi? Ben de aynı sanmıştım… Ama hayır! Her şeyinle kalmışsın abi! Giden sadece bedenin olmuş… Yapılan zulümler yanlarına kalmayacak, intikamını alacağım! Sen rahat uyu canım dadaşım!” dedi ağladı, ağladı...
Hoca hanımefendi ne demişti? “Ateşini yakmaya başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli kullanmalısın Nene! Fazla koyarsan, ya lüzumundan fazla büyük alevler elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar, tüter, is yapar! Ateşi tam ölçüsünde, tam yerinde, tam zamanında tutuşturmalısın! Yakmayı beceremezsen, söndürürsün!”
“İşte ben de beceremedim, bakamadım, lazım geleni yapamadım abi; hakkını helâl et, ne olur?” dedi, boncuk gibi yaşlar döktü… Bebek Nazım’ı açlıktan mı, altını fazla kirletmesinden mi, yoksa kadınların mâni söyleyip ağlamasından mı ne, uyanmış o da avazı çıktığı kadar ağlıyordu.
Bu ocaklarına ateş düşmüş ailenin yangınını kim söndürecekti?
                   ***
           YÂR-İ SÂDIK
“Son durak, kara toprak!” dedi, Nene! Nazım’ının karnını doyurdu. Çilekeş anacığını, muhterem kayınvalidesini ve yakın kadın akrabalarını alarak kardeşinin mezarını ziyarete gidiyorlardı. Dün sohbet ettikleri can abisi, bugün kara toprak altındaydı. Rüya gibi, masal gibiydi olup bitenler. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayıp nihayete ermişti bir ömür. Neler aklına gelmiyordu ki? Ölüm, toprak, kara yer, ahiret… Hocası bir gün; "Anâsır-ı erbaa” demiş, insanın bu temel maddelerini sıralamıştı: "Toprak, ateş, su ve hava” denilen şeyler... Hepsi de bu yaşadığımız hayatın içerisinde ve onlardan bir şekilde etkileniyormuşuz. Bu âlemin; ilahî iradenin bir tecellisi olarak, dört unsurun birbiriyle karışımı, bileşimi veya çözülmesinden meydana gelmiş olduğunu ne güzel misallerle anlatmıştı.
Dönüp çocuklara; ‘Bu dört unsurdan insana en yakın olanı hangisidir?’ diye soracak olursanız, cevabım; ‘TOPRAKTIR derim’ demiş, devam etmişti. ‘Topraktan gelip toprağa gideceğiz’ çocuklar. Bu gidiş, ebedî kapıların açılışı demektir. Canlı hayatın devamı için toprağın, en temel unsurlardan birisi olması, bize bu yakınlık hissini daha kuvvetli veriyor... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.