Onlar, birer Fatih, Yavuz Yıldırım ve Alparslan’dı...

A -
A +
Erzurum halkı kimi demir kapılara yüklenirken kimi de sur gibi yükselen duvarlara merdiven dayıyordu.
 
Yumrukları sıkılı her bir dadaş, kaplanlar gibi şaşkın Rus askerlerinin üzerine atılıyor, gökten inen yıldırımlar misali, kısa zamanda pis canlarını Cehenneme gönderiyordu. Binlerce Erzurumlunun yeniden mevzilenişini, her an üzerlerine çullanacaklarını gören Rus komutanlar, kaçıp saklanmak için bütün imkânları zorluyor ama bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Pek sıkışmışlardı. Kazdıkları kuyuya fena düşmüşlerdi.
Olup bitenler dadaş kızı Nene’yi çılgına çevirmişti. O, Erzurum’un küçük bir köyünden çıkıp Aziziye tabyalarında can vermeye gelmişti. Ağabeyinin intikamını almak, namusunu muhafaza etmek için kendi kendine söz vermiş, yemin etmişti. Göğsünde çatırdayarak yanan alevin olağanüstü sıcaklığı, gözlerine yansıyordu. Etine geçirdiği tırnaklarının arasından sızan kızıl kan soğuk toprağa düştükçe içindeki öfke bir o kadar daha büyüyor ve artıyordu. Kanlanmış gözlerindeki hırs ve kederi görenler, hürmetle ona yol veriyordu. Biliyorlardı ki tabyalar bugün, gözü kara binbir ejderle karşılaşacaktı.
Azgın Ermeni çetelerinin, şımarık, kibir abidesi Rusların karşısına öfkeden çıldırmış hâlde çıkan bu yiğitlerin sayısı her geçen dakika artıyordu. Tek başlarına on düşmana denk olan bu yiğit dadaşlar; geçtikleri yerde, ölümden ve kandan bir yol çiziyorlardı. Osmanlının gizli silahları, Rusların korkulu rüyaları... Şehitliğe susamış, Allah aşkıyla yanan bu cengâverlerdi.
Bu karmaşada Osmanlı kumandanının verdiği emirle kasları gerilmiş, sabırsızca bekleşen acemi askerler, yerlerinden fırladılar. Bu genç askerler, tecrübesiz olsalar da yeni, taze bir kuvvet olarak hareketin dozunu da yükseltmişti. Muharebeye değil de eğlenmeye gelmiş Rus askerlerinin olmayan akılları hepten başlarından gitti. Parlatılmış üniformaları artık işe yaramıyordu. Ermeni teşvik ve propagandasına fena alet olmuş, hayatlarını karartmışlardı.
Sağlam, yaralı bütün dadaşlar, eski yeni askerler, hasta, yaralı mücahitler. Hepsi tek vücut olmuştu. Onlar, birer Fatih, Yavuz, Yıldırım, Alparslan’dı, diğer bir ifadeyle hepsi bugün tabyalarda birer Mehmetçikti.
Ve koştular alabildiğince, tabyalara, ölmeye, zafere, şehitliğe... Onları yollarından hiçbir şey alıkoyamazdı; yoksa millî ve mânevi kıymetlerini hepten kaybederlerdi.
Çarpışma gittikçe şiddetleniyordu. Erzurum halkı kimi demir kapılara yüklenirken kimi de aşılması zor sur gibi yükselen duvarlara merdiven dayıyordu. Normal bir insanın yapamayacağı, akıl almaz bir mücadele ruhu, gücü, kuvveti hasıl olmuştu. Kendileri, sahip oldukları kuvvetlerinin farkında bile değillerdi. Duvara varabilenlerin çoğu şehadet şerbetini içiyordu. Bu ise dadaşlara ayrı bir azim veriyordu. Tabyalardan, siperlerden çıkma hatasını yapan Ruslar, hiç affedilmiyor, kolay avlanıyordu.
Düşman, savunma atışları ile Osmanlı askerlerini uzak tutmaya çabalıyordu. Ağır topların attığı gülleler, kızıl bir izle havayı yarıyor, arkalarında kesif dumanlar bırakıyordu. Kulakları sağır eden korkunç bir gürültüyle yere çarptıklarında; etraftaki her şeyi yakıp yıkıyor, kömüre çeviriyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.