Bu cuma, iğne atsan yere düşmezdi...

A -
A +
Ferah, düzgün ve hâlâ ağaç kokusunu duyduğu yeni yapılmış kapılardan geçti.
 
Çınarların gölgelediği bahçede ezanı bekleyen müminlere, belli belirsiz selam verdi. Beklemeden, bir gölge gibi geçti. Oysa her defasında selamla birlikte hâl, hatır sorar, dua eder ve dualarını da isterdi. Bu sefer konuşacak cesareti bulamadı kendinde... Ruhunun rahat ettiği tek yer bu ihtişamlı bina ona sanki; “Kaç gündür nerelerdeydin? Seni çok özledim” diyecek. Sonra da; “Beni kalbi, yüzü, ruhu kirli ellere nasıl bıraktın?” diye sitem edecek, gibi geliyordu.
Payitaht Bursa’nın tam ortasında yer alan, ihlas ile yapılmış mabedin taç kapısından utana, sıkıla girdi. Pencereden giren ışıkların aydınlattığı kenar köşelerde Kur’ân-ı kerîm tilavet edenlerin dışında, fazla kimsecikler yoktu. “Biraz sonra dolar” dedi içinden.
Süleyman Çelebi, ferah, düzgün ve hâlâ ağaç kokusunu duyduğu yeni yapılmış kapılardan geçti. Doğruca imam odasına yürüdü. İçini daha yeni düzenlemişlerdi. Tavan, duvarlar ve taban komple ceviz tahtalarla özenle kaplanmıştı. Mini bir saray odacığını andıran bu yerin duvarları bel yüksekliğinden tavana kadar vakfedilmiş kitaplarla doluydu. Odanın dört bir yanı yerden iki karış yükseklikte, bir insanın bağdaş kurarak rahat oturabileceği genişlikte, aynı malzemeyle yapılmış, yeşil kadife şiltelerin konduğu sedir ve önlerinde de masalarla çevriliydi. Kışın sıcak, yazın serin olan, rahat okuyup yazabilmeye elverişli sakin bir mütalaa odasıydı burası.
Çekmeceleri açtı. Dolapları inceledi. Sarık, cübbe ve diğer eşyaları bıraktığı gibi yerli yerindeydi. Pencere kenarında sönmüş buhurdanlığı gördü. Bir çubuk aldı, yaktı. Temiz ağaç kokularına karışan usareleri doyasıya içine çekti.
Ulucami-i şerif, gelen müminlerle doldu. Bu cuma daha bir kalabalıktı. İğne atsan yere düşmezdi. Halk merak içinde olup bitenleri doğru olarak anlamak, hata yapmamak istiyordu. Çünkü dışarıda her kafadan bir ses çıkıyor, insanlar kime, nasıl inanacağını bilemiyordu. Onun için Ulucami-i şerifte yapılacak izahatlar önem kazanıyordu. Buradan verilecek malumatlar, Osmanlının da resmî açıklaması mahiyetini taşıyacaktı.
Cuma namazına başlamadan önce kürsüye çıkan hatip efendi, bir hafta önce bu kürsüden yapılan konuşmaları ve cevaplarını özetledikten sonra, sözü Beyazıd Paşa’ya verdi.
O da selam, hamd, şükür ve Padişah Efendilerine tazim ve hürmetten sonra, yapılanları anlattı. Altı gündür dolaşıldığı, sararmış ormanların, bağ, bahçe, fundalıkların, terk edilmiş bina, mağara ve gizlenilebilecek her köşe bucağın arandığı, kaçan münafıkların erzak kalıntıları, yemek pişirip yedikleri isli taş ocaklarındaki küllerden başka bir şeylerle karşılaşmadıklarını açıkladı. Çok başarılı bir şekilde teşkilatlandıklarının iyice anlaşıldığının üzerine basan Paşa;
“Güz yağmurlarının başlamasından önce gidebilecekleri kadar ırak memleketlere kaçmayı ve izlerini de kaybetmeyi başarmış görünüyorlar şimdilik” dedi. Tahribatın çok fazla olduğunu, yerli ahaliden birçok insanı kullandıklarını ve bazılarına para, bazılarına kılıç, ok, yay temin ettiklerini ve bunların toplatıldığını, kaçan ve kaçırılanların peşinin bırakılmadığını, sıkı takip edildiğini, er-geç yakalanıp, adaletin önüne çıkarılacağını da anlattıktan sonra, Padişah-ı Şahanelerinin fermanını okudu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.