Yağız at, bir şey ister gibi acıyla kişnedi!..

A -
A +
İki at, birbirinden habersiz, beyaz iki katlı şirin bir binanın farklı köşelerde duruyordu...
 
Erkara’nın sık sık önüne çıkmasına içerlediğinden mi, yoksa Doğan Bey’inin hasretinden mi ne, tam ayırt edemediği bir sıkıntıyla için için yanıyordu Gülşah...
Sırtüstü uzandı. Cılız mum ışığının aydınlattığı beyaz, budaksız çamlardan itinayla yapılmış tavanı seyretti. Elinde olmadan kaç ağaçtan bir tavan yapıldığını hesapladı. Tek tek tahtaları, ustaların yer yer koydukları desenleri saydı. Duvara oyulmuş, taş dolap içindeki, bitmek üzere olan muma baktı. Kendi kendine güldü; “Buna tam mânâsıyla malayani denir. Ne dünyaya faydası var, ne de ahirete. Can sıkıntısı demek işte böyle oluyor!..” dedi içinden.
Döndü yüzükoyun yatmaya çalıştı. Yine beceremedi. Bağdaş kurdu oturdu yatağın üstüne. Bildiği duaları okuyarak rahatlamaya çalıştı. O ara sanki duvar yarıldı, doru atın üzerinde sevgili yiğidi, Doğan Bey’i elini uzatmış onu çağırıyor gibiydi. Durdu. Gözlerini kırpmadan baktı. Baktı… Tılsımın bozulmasını istemiyordu. Nefes almasını azalttı. Yalnız kalbinin “küt küt” vurmasından başka bir ses duymuyordu. Neden sonra yüzüne hafif bir pembelik yayıldı. İliklerine kadar işleyen ılık bir meltem esti sanki. Tarifi yapılamayan bir huzur kapladı her tarafını. Rahat bir nefes aldı. Gülümsedi mutluca...
                    ***
Bursa’nın sabah mahmurluğunu taşıyan hazin rüzgâr sesleri, uzak yakın at kişnemeleri, merkep anırmaları, irili, ufaklı köpek havlamaları ile karışıyor, fark olunmaz bir şehir uğultusunda kayboluyor, serin bir güz günü evvela şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında, yavaşça eriyor, dumanlaşıyordu.
İki at, birbirinden habersiz, beyaz iki katlı şirin bir binanın farklı köşelerde duruyordu. Taş döşeli yolun bitimindeki ağaca bağlanmış yağız at, bir şey ister gibi acıyla kişnedi. Sağ ön ayağıyla toprağı eşeledi. Atının sesini duyan Atmaca Nuri, girmek üzere olduğu kapıdan geri döndü. Yanına geldi. Sırtını sıvazladı. Parmaklarını tarak gibi yaparak yelelerini taradı. Yarı nal büyüklüğündeki alnının tam ortasında bulunan beyaz, parlak tüylerinden öptü. Akıllı biriyle konuşuyormuş gibi; “Sıkı dur Yağız tayım. Bizi zor günler bekliyor” deyip her zaman heybesinde taşıdığı, içi saman ve arpa karışımı yemle dolu torbasını alıp başına geçirdi. Boynuna sarıldı. Şefkatle okşadı.
Biraz sonra bir kır atlı, yerleri sarsarak yaklaştı. Atmaca Nuri, hayranlıkla dönüp baktı bu güzel insana. Beyaz, siyah karışımı gri sakalı, hafif uzun yüzünü tülden ve nurdan bir çeper gibi çevrelemiş, kırışık alnı, kocaman kavuğuyla ahenkli bir uyum içindeydi. Boyu uzun, iriyarı bu, güngörmüş babayiğit, Beyazıd Paşa’dan başkası değildi. “Kim bilir bizim yaşlarımızda ne gözü kara bir delikanlıydı. Ne fedakârlıklar yapmış, ne cenkler görmüştü?” diye geçirdi içinden. Sonra da fazla öne çıkmadan edeple başını eğdi, önüne baktı.
Paşa açık kapının önüne yaklaşınca iki tam teçhizatlı nöbetçi, saygıyla selamladı. Eşikten sağ ayağını atarken, geri döndü. Ağaçların arasında Atmaca Nuri Bey’i gördü. Dikkatlice baktı.
- Nuri…
- Buyurun Paşam.
- Geldin demek.
- Emrinizi duyar duymaz gözlerime uyku girmedi efendim, diyerek, yanına iyice yaklaştı Atmaca. Beyazıd Paşa, babacan bir tavırla, elinden tuttu. Mütevazı odasına doğru yürüdüler. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.