Gülşah’ın ördüğü yün hırkayı giydirdi gence

A -
A +
İyice meraklanmıştı Doğan Bey. Genç, hem her şeyi öğrenmek istiyor, hem de ezikti.
 
Şeytan aklına neler getiriyordu böyle? Nefsine sorduğu bu gibi sorulardan ürktü nedense. Büyüyen gözlerini, gece kadar karanlık tavana dikti. Yaptıklarını hatırlamaya çalıştı bir baştan. Kaç haftadır binbir tehlikeyle dolu yollarda hep zalim sultanı konuşmuş, gece gündüz demeden onu bulmayı ve yakalamayı hesap ederek ta burnun dibine kadar gelmişti işte! Daha ne yapsaydı? Bırak âdetlerini, yemekleri bile farklı bu Acem illerinde fevkalâde dikkatliydi de. Giyim, kuşam, konuşma ve beslenmesinde yabancılığını hissettiren her şeyden kaçınıyor, hele bir Osmanlı akıncısı olduğunu hiç ama hiç belli etmiyordu.
“Mekânda kuytu köşeleri, yemekte içmekte ekmek peyniri her şeye tercih ediyorum…” diyerek inişli çıkışlı iç dünyasında, hayalleriyle ne kadar dolaştı farkında olmadı bile. Neden sonra hancının şiddetli soğuğa inat, yazmış gibi yarı giyinik, sıska hizmetçisi çıkageldi. Kocaman çürük bir diş gibi karşısında duran ocağı, tutuşturmak için müsaade istemesi esrarlı âleminden uyanmasına da vesile oldu. “O kız bu soğukta hâlâ orada mı acaba?” diye soran nefsine cevabı gecikmedi. “Sana ne?” diyerek azarladı kendi kendini. Buğulanarak, uzaklara bakan yorgun gözlerini ocağa çevirdi, dudaklarını bükerek seyretti genci.
Ocağın önüne çöken hizmetçi, başını dumandan uzak tutarak odunları çaprazlamasına dizdi. Seramik bir kapta getirmiş olduğu kızgın koru aralıklara itinayla yerleştirdi. Ne olduğu tam belli olmayan elindeki çul gibi şeyi yelpaze ederek ateşi alevlendiriverdi. Vazifesini başarıyla yapmış bir kahraman edasıyla geri dönüp “tamam…” mânâsında baktı masumane.
Sırtında yırtık-pırtık kıldan bir çuval vardı. Nasırlaşmış çıplak ayakları çamurla yoğrulmuş, zayıf kolları ise kirli, isli sopa gibiydi âdeta. Acıdı nedense. Gülşah’ın özene bezene ördüğü mis gibi lavanta kokan yün hırkayı aceleyle çıkarıp neşeyle giydiriverdi üzerine. Çok sevinen genç, ilk defa gördüğü bu yabancıya nasıl teşekkür edeceğini bilmeden, hemen eline kapanıp öpmek istedi.
“Çok teşekkür ederim Bey…”
“Eli öpülecekler nere, biz nere?” diyen Doğan Bey, elinin öpülmesine fırsat vermeden başını okşadı, kucağına sıkıştırdı şefkatle.
İki yabancı tek kelime etmeden muhabbetle sarmaş dolaş olmuş, bitmeyecek dostluğun temellerini atıvermişlerdi orada.
“Adın ne?” dedi müşfik ve babacan edayla.
“Ali… Can Ali diyorlar burada.”
“Can Ali ha!..”
“Evet!”
“Benimkisi de Doğan… Muhammed Doğan, ama herkes Doğan Bey diyor...”
“Bey misin?”
“Öyle diyorlar dedim ya!”
Kızardı kulaklarına kadar Can Ali. Utandı. Yüzüne bakmadan dudaklarını ısırır gibi yaptı. Konuşmadı da...
“!!!”
İyice meraklanmıştı Doğan Bey. Hem her şeyi öğrenmek istiyor, hem de ezik, belki de çok dertli bu genci fazla tutup laf ve azar işitmesine sebep olmaktan çekiniyordu. Kendini zorlayarak bir iki şey daha sordu.
“Baban?”
“Yok! Anam da yok!”
“Benim de! Senin gibiyim yani…”
“Bana benzemene sevinmedim…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.