Nene Hatun'un aklına neler neler getirmiyordu ki bu köy ziyareti!..

A -
A +
Karanlık gecede, karlı manzarayı seyrederek fedakâr eri, hayat arkadaşı koluna giriverdi.
 
Lacivert atlastan kocaman çadır bir kubbe gibi üzerlerini örten gökyüzüne sık sık bakıyordu Nene, muhabbetle. Yer yer pamuktan bulutlarla kaplı fakat o kadar da sırlarla doluydu ki… Mor ufuklardan süzülen gümüş tepsi misali dolunayın saf ışığı; bulutların eteklerini parlak fon hâlinde ihata edip çerçeve oluşturmuştu. Beri tarafta birer iskelet hâlini almış kuru kavak dallarında karakarga yuvaları; onu alıp çocukluğuna götürüyordu… aklına neler neler getirmiyordu ki bu köy ziyareti! O günü… O gidip de geri gelmeyesice hicreti, yoldaki baskınları, tabyaları hatırladı. Zaten ne zaman unutmuştu ki? “Ah tabyalar ah!” dedi inledi, yanındakine duyurmadan. Kan, gözyaşı, ölüm, ölüm… Düşünülmesi bile acı veriyordu. “Cenâb-ı Allah, o günleri bir daha yaşatmasın bizlere de bütün cümle Ümmet-i Muhammed'e de” dedi, yürüdü. Acı maziye rağmen oldukça keyifli görünüyordu.
Bu muhteşem kışta, karanlık gece, karlı manzarayı seyrederek hayaller kurarken fedakâr eri, canı, cananı, hayat arkadaşı koluna giriverdi. O esnada yanlarına yaklaşan Ganime Eze, hayranı olduğu o kendine has şivesiyle:
- Tıkat et! Bah düşersen! Kız önüne bah! Nene Kız, Abdullah Efendi ikinize de diyirem! Ele kahramanlığınıza da güvenmeyin!
- He eze dikkat ederim!
- Hizek gibi kayir!
- Kayıyor ya evet!
- Bize bahma kız Nene, biz alışığız!
- He siz alışkınızsınız da biz değil mi ezem!
- Kız Nene!
- Buyur eze!
- Amaaan! Ne diyacahdım?
- !!!
Belli ki; ihtiyar köylü eze üşümüştü. “Haydi sobanın başına” diyecekti de gençlerin keyiflerini görünce, vazgeçmiş olmalıydı. Kırmamak için de “ne diyacahdım” deyip işi unutkanlığa vurdu. “Ah güzel memleketimin, güzel insanları, canım komşularım! Ne hoş diyar ne hoş dadaşlarımız var şükürler olsun” diyerek epey dolaşıp kışın, karın keyfini çıkardılar akıllarınca. Belli ki köyü, köy hayatını pek özlemişlerdi. Erzurum’a döndüklerinde, bu havalar devam etseydi de köydeki masal bitecekti.
Her şey buralarda bambaşkaydı; saf, temiz insanların arasında olmak ne saadetti Allah’ım. Hele şu “çat kapı" girdikleri evlerin samimiyeti; “Buyurun buyurun! Sen hoş gelmişsin” derken yüzlerinde oluşan o masum tebessümü, insanı sarıp sarmalayan ılık sıcaklığı, kısacası dadaşlara has o güler yüzleri, tatlı dilleri, unutmak ne mümkündü… Yanan ocağın üzerinde fokur fokur kaynayan güğümden taşan suların çıkardığı “cas-cus” sesler… demlenen kuşburnu çayının kendine has o güzelim kokusu ve masum bebeklerin aguları… Tekir kedinin ocak başında gerinerek mırıldaması… Hele komşu ablaların içten davetleri… “Onu da ye, bundan da tat! İstersen erişte yapayım, kuymak pişireyim, helva kavurayım” demelerini… saatler sonra bile “daha yeni oturduk, ne güzel konuşuyorduk” diyen muhabbet dolu ifadelerle misafirleri göndermek istememelerini…
Çeşitli düşüncelerle köyünün havasını soluyan Nene’nin kolunu çeken Mehmet Abdullah:
- Hasretlik insanı gezdiriyor.
- Hem de konuşturuyor. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.