Şükriye Hanım, konuşmadan derin bir iç çekti, Ali’ye sarıldı

A -
A +

Evlat kokusunun ne demek olduğunu en son zerresine kadar hissetti ve sıkıca kucakladı.

 
Küçük Ali arkadaşlarına hep; “Oğlum siz de adam gibi talebe olun, mektebinize zamanında gidin, vaktinde gelin, verilen vazifeleri tam ve noksansız yapın, bakın o zaman bu dediklerinizi yaşar mıydınız? Okula vaktinde gitme, ödev yapma, küfürlü konuş, eli yüzü kirli, üstü başı pasaklı ol, arkadaşlarınla kavga et, devletin malına zarar ver, çevreni kirlet, kır dök, öğretmen de sana ‘aferin, ne güzel yapmışsın a evladım’ mı desin?” deyip onları susturuyordu. Şimdi kimlerle, nasıl tiplerle karşılaşacaktı belli değildi? Köy şehir farkı onu tedirgin ediyordu. Evet, köyün en iyi talebeleri arasındaydı, hocalar da çalışkanları seviyordu. Buradaki havaya nasıl ayak uyduracağını düşündükçe tedirginliği artıyordu. Bir de kaç haftadır ders-mers gördüğü yoktu. Sınıftakiler kim bilir nasıl onunla alay edip dalga geçeceklerdi köylülüğüyle.
 
Elinde küçük bir defterle kapının eşiğinde dikilmeye başladı. Aslında niçin beklediğini de tam bilmiyordu. Belki de, “hastalığımı atlattım bakın turp gibiyim” demek istiyordu. Yoksa bu saatte okul mu olurdu? Heyecan onu rahat bırakmıyordu. Nasıl da açgözlü, sabırsızdı bu elleri, bu kalbi; dışarı çıkmaya, okumaya, öğrenmeye! Ama şimdilik azla yetinmeliydi. Çocuk ruhu, ancak bu kadarını kaldırabilirdi. Birdenbire çok fazla şeyle doldurursa ruhunun sırçası bozulabilirdi... Ne olduğunu, nereye kadar ne yapacağını bilmeliydi.
 
İlk buluşmasında kim böyle olmazdı ki? Aklından ne saçma düşünceler geçiriyor, kendi kendine gülüyordu. Şükriye Ana, onun bu garip ve heyecanlı hâlini fark ettiğinde; "Yolculuğa bensiz hazırlanmışsın” diye seslendi. Elinde defter ve kalemleriyle anacığına döndü Ali. Her zaman olduğu gibi yine kotlarını giyinmişti, zaten ikinci bir elbisesi de yoktu. Bronz teni, hastalık sebebiyle olsa gerek, biraz solgun ve zayıfçaydı. Bu da onu yaşından büyük gösteriyordu. Koyu kestane saçları uzamıştı. Ali, elindekileri cebine soktu, annesine doğru uzattı kollarını. Şükriye Hanım, konuşmadan derin bir iç çekti, Ali’sine sarıldı, evlat kokusunun ne demek olduğunu en son zerresine kadar hissetti, gözlerini açtı tekrar tekrar baktı ve sıkıca kucakladı.
 
Ali de aynı şeyleri hissediyor ve düşünüyordu; neredeyse her gün her gece beraber olduğu anacığının kokusunu hiç bu kadar yakından duymamıştı. İçinden; "Parfüm kokusu değil, ana kokusu bu” dedi, o da iyice sarıldı. Saf ve duru, hiçbir şeye benzemeyen bir kokuydu; kendileri için uykularını kaçıran fedakâr anaların anlatılması zor kokusuydu bu... Yeni doğmuş bir bebek gibi, yeni tomurcuğa durmuş dal; bahçe, bostan kokusu gibi tarifsiz güzellikteydi. “Canım anneciğim” diyen Ali, o şekilde günlerce kalabilirdi. Muhteşem bir histi bu. Artık yüzündeki o kendine has ifadeleri görmesi gerektiğini anladı. Yavaşça ayrıldı kollarından. Bütün muhabbetiyle saf, temiz yüzüne baktı, anacığı da ona. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.